Adalet devre dışı kaldıktan sonra her türlü musîbetin başa gelmesi mümkündür. Maksadımız, adalet üzerine söylenen sözleri hatırlatmak ve tekrarlamak değildir.
Sadece, “Adalet mülkün temelidir” tesbitinin bilinmesi ve hatırlanması yeterlidir.
Türkiye’de bir adalet problemi, daha doğrusu adaletin tecelli etmemesi ve adaletsizlik olduğu her halde inkâr edilemez. Bu adaletsizlik değişik dönemlerde değişik kişileri mağdur etmiştir. Neticede, adaletsizliğin tokat atmadığı hiçbir kişi kalmamış denilse yeridir. Mağdur olanlar bazen sağcı, bazen solcu, bazen de ‘orta yol’cular olmuştur. Adaletsizlik krizini aşmak için; hep birlikte, her zaman ve herkes için hak, hukuk ve adalet talebinde bulunmak icap ediyor. Kısa dönemli talepler ve çareler bu krizi aşmamıza mani oluyor.
Eski dönemlerdeki haksızlıkları ve hukuksuzlukları bir an için unutalım. Yakın zamanda o kadar haksızlıklar yaşandı ki listesini tutmak bile zor. Denizden damla misali kısaca hatırlayalım: Ekim ayı başlarında Cizre’de öldürülen bir terör örgütü mensubu, zırhlı araca bağlanarak ‘ibret olsun diye’ belli bir mesafe sokaklarda sürüklendi. Haber ilk duyulduğunda bunun bir ‘montaj’ olduğu ve Türkiye’yi idare edenleri zor durumda bırakmak için yapıldığı iddia edildi. Daha sonra hadisenin kamera kaydı, filmi ortaya çıktı ve başbakan başta olmak üzere herkes kınadı, itiraz etti. Nihayetinde ‘sorumlular’ hakkında işlem yapılmasına karar verildi.
Siyasî olduğu tartışmasız medyaya kayyum tayin hadisesi de hukuksuzluklar barındırıyor. Ortada bir ‘suç’ varsa, ‘ceza’sının da adil ve dengeli olması gerekir. Bu en temel kaidenin son günlerde uygulandığını söylemek de imkânsız.
Türkiye’deki ekonomik ve siyasî yapıyı herkes biliyor. Tüccarların da, siyasetçilerin de, sanayicilerin de, eğitimcilerin de ve tabiî ki gazetecilerin de kendi işlerine uygun ‘boşluk’ları vardır. Anlatılır ya, meselâ trafik kontrolünde ‘yetkili kişi’, evrakları tam olan sürücüye bile isterse on tane eksik bulup ceza kesebilir. Ülkemizin genel hal ve gidişi maalesef buna yakındır.
10 Kasım 2015 tarihinde Manisa’da yaşanan gözaltı hadisesinde de, gözaltına alınan hanımlara kelepçe takılmış olması ölçünün kaçmış olduğu şeklinde yorumlandı. Böyle bir davranış ‘teknik’ olarak imkân dahilinde olsa bile yine de yanlıştır. Ki, hukukçular ‘makul şüphe’ üzerine göz altına alınan kişilere kelepçe takılmasını kesin bir dille kınıyorlar, yanlış olduğunu ifade ediyorlar. Hatta bu tavra, Türkiye’yi idare edenlerin her daim destekleyenlerden de itiraz geldi. Yazar Ahmet Taşgetiren (@AhmetTasgetiren) twitter hesabından şöyle yazdı: “O kelepçeli kadınlar. Çok kötü bir uygulama, çok kötü bir görüntü. Her durumda nezih kalmak lâzım. C. Başkanı ve B. Bakandan tepki bekliyorum.” (11 Kasım 2015)
Neticede, bu itirazlar sonunda Türkiye’yi idare edenler de ‘tepki’ gösterdi ve ‘sorumlu’lar hakkında işlem başlatıldı; görevden alınanlar oldu. Ancak idarecilerin, hadise yaşandıktan sonra tepki göstermesi çare değil. İş en baştan düzeltilmeli. Elinde yetki olan herkes bilecek ve bilmeli ki, ‘Bir hukuksuzluk yaptığımda bunun hesabı benden sorulur.” Hesap sorulmadığı için hukuksuzluklar sürüp gidiyor.
Bazıları itiraz babından der ki, “Her hadiseden Başbakan ya da üst idarecilerin haberi olmaz. Dolayısı ile onların suçu yok.” Bu savunma yersiz ve temelsizdir. Tecrübeli siyasetçiler anlatmıştır: Bürokrasi, siyasetçinin duruşunu göre kendisini ayarlar, hiza alır. Bürokrasi, siyasetçiyle ters düşmek istemez. Dolayısıyla siyasetçi ve idarecinin bu hadiselerdeki tavrı belirleyicidir. Bu bakımdan yaşanan hadiselerden siyasî olarak sorumludurlar.
Güneş balçıkla sıvanamadığı gibi, yanlış ve haksızlıklar da bahanelerle sıvanamaz...