Tecrübeli büyüklerimiz, her konuda ve her zaman; hırsla, tehevvürle ve düşünmeksizin hareket etmemek gerektiğini hatırlatmış olsa da, belki de ‘sıcak kanlı’ olmamız sebebiyle kızgınlık ve gerginlik tuzağına düşülebiliyoruz.
Oysa yılların tecrübelerden süzülüp gelen, “Öfkeyle kalkan zararla oturur” ya da “Keskin sirke küpüne zarar” sözleri güzümüzün önünde asılı durmalı.
İnsanların fert olarak öfke ile hareket etmeleri doğru olmadığı gibi, idarecilerimizin öfkeyle hareket etmesi de kökten yanlıştır. Hatta, şahısların öfkesinın zararı sınırlı olurken; ‘devlet’in öfke ile hareket etmesinin zararları çok daha geniş, çok daha yıkıcı ve çok daha yaralayıcı olabilir. Tarih de buna şahittir.
İdarecilerin öfke ile hareket etmesinin ‘yangın’ı büyüttüğünün bir misali de, 2013’teki Taksim hadiseleridir. Taksim/Gezi hadiseleri çok uçlara savrulduğu için, bu konuda sarf edilen her sözün yanlış anlaşılma ihtimali de vardır. “Bu hadisede idarecilerin şöyle bir hatası da oldu” denildiğinden, “Vay, anarşistleri mi destekliyorsunuz?” ithamına maruz kalmak mümkün. Tam aksine, her kim anarşiye destek veriyorsa ona itiraz edilmeli, ederiz ve etmişizdir. Tekrar etmeye ve hatırlatmaya gerek yok ki; her türlü yakma, yıkma, kavga, kargaşa ve anarşi reddedilir ve reddederiz. Bu hadiseleri bahane ederek farklı maksatlara hizmet etmek isteyen, anarşiyi körükleyenler de olmuştur. Zaten idarecilerin imtihanı bu noktada başlamaz mı? Kötü niyetli olanlarla olmayanları biribirinden ayırmak, iyi ile kötüyü aynı kefeye koymamak ve yaş ile kuruyu beraber yakmamak. Her ülkede olduğu gibi ülkemizde de anarşi çıkarmak isteyen kişi ve gruplar her zaman vardır ve olmuştur. Maharet, bu kötü niyetli olanlarla iyi niyetli olanları birbirinden ayırmak, ‘kötü’leri cezalandırırken bile adaletle hükmetmektir. Çünkü adalet, mülkün temeli, malum.
Taksim hadiselerinde bazı idarecilerin tehevvürle hareket ettiği anlaşıldı. Bazı idareciler konuşma ve meseleleri millete anlatma yolunu tercih ederken, bazıları tam aksine ‘kavga’ ile işi çözme yoluna gitti. Neticede ortaya çıkan gerginliğin faturasını millet olarak hep beraber ödedik.
Hadisenin temelinde, eskiden var olan bir ‘kışla binası’nın yeniden Taksim Parkına inşa edilmesi niyeti vardı. Bu bilgi bile vaktinde ve zamanında kamuoyu ile paylaşılmadı. Biri “Yapılacak” dedi, bir diğeri “Böyle bir projemiz yok” diye açıklama yaptı. İdarecilerin her yaptığında bir hikmet arayanlar da, bu adımlara gözü kapalı destek oldu. Sanki o meydana, eskiden var olan o kışla yapıldığında İstanbul daha yaşanır bir şehir olacaktı. Böyle bir talebin millet nezdinde dile getirildiğine hiç bir yerde şahit olunmadı. Eğer milletin talepleri dikkate alınacaksa ki alınmalıdır, her şeyden önce Taksim’e bir cami yapılması lazm. Bu mesele konuşulduğu her defasında hatırlatmaya çalıştığımız üzere tekrarlayalım: Taksim’de ihtiyacı karşılayacak bir cami, namaz kılınacak yer lazım. Bunun illa da parkta yapılmasına da gerek yok. Bizim maksadımız, ortadaki cami ihtiyacının karşılanması ve arzu edenin namazlarını rahatça kılabilmesidir. İstenirse o cami yer altında olsun, istenirse mevcut binaların bazı katlarının satın alınarak birleştirilmesi şeklinde ortaya çıkacak bir ‘mescit/cami’ olsun. Yeter ki o bölgedeki cami ihtiyacı karşılansın. Taksim civarında camiye ihtiyaç olup olmadığını merak edenler millete sorsun. Cuma günü, şu anki ‘Taksim Mescidi’ni dolduran ve sokaklara taşan kalabalık görülsün ve onlara da sorulsun.
Taksim’e ‘kışla binası, AVM, yeni bir otel’ değil; ihtiyacı karşılayacak büyüklükte mescit ve cami lazım vesselam.