Son aylarda arka arkaya ‘uzun gün’ler yaşıyoruz. Dünkü şartlar, dünkü Türkiye artık yok.
Yarınki günlerde ne olacağını tahmin etmek de iyice zorlaştı. Dolayısı ile artık yeni şartları iyi tahlil etmek ve yeni şeyler söylemek lazım.
Maksadımız dizimizi dövmek, birilerini kınamak değil. Biliyoruz ki kınayanın başına, kınadığı iş gelebilir; Allah muhafaza. Ancak bilhassa dış politikada ciddi hatalar ve yanlışlar yapıldığı daha ilk günden itibaren söyleniyordu. En başından itibaren komşularımızın ‘düşman’ görülmesine itiraz edilmiştir. Hatta, bu politikalar eleştirilirken “Üç yanımız denizlerle, dört yanımız düşmanlarla çevrili” anlayışıyla şekillenen politikaların ülkemize bir faydasının olmadığı dillendirilmiştir. Ve bu anlayış zamanla değişmiş, komşularımız başta olmak üzere Ortadoğu ve İslam alemi ile aramızdaki problemler tedricen ortadan kalkmıştır. Vizelerin kaldırılması da iyi yönde atılan adımlar arasındaydı. Neticede, nasıl olduğu bugün dahi izah edilemeyen bir şekilde komşularımızla yeniden kavgalı hale geldik. Düşünün ki, çok uzak olmayan bir dönemde Suriye ile ortak ‘bakanlar kurulu toplantıları’ yapılıyordu. Aramızdaki müsbet ilişkiye ‘kötü nazar değimiş’ gibi her şey alt-üst oldu.
Bir adım sonra yeni bir terör örgütü Suriye merkezli olarak piyasaya sürüldü. Adında İslam olan, ama varlığıyla ve cinayetleriyle İslama gölge olan bir örgüt... Neticede, Suriye ile neredeyse savaş durumuna gelindi. Bazıları bu ihtimali çok sevdi. “Suriye’ye girelim, iki günde tamamını alalım” gibi Türkiye ve dünya gerçekleriyle örtüşmeyen hedefler konuşulmaya başlandı. Daha önce de benzer tavırlar, Irak konusunda sergilenmiş, “Girelim, alalım” diyenler olmuştu. İşin ehli uzmanların da ifadesiyle, böyle savaşlara girmek kolay olabilir; ama çıkmak o kadar kolay olmaz. Yeri geldiğinde savaş da olur, ama her zaman için son, son, son çaredir. Başka çareler varken, kibir ve gurura kapılarak savaş sloganları atmak; atanlara da, ülkemize de bir şey kazandırmaz.
Elbette Suriye’nin huzura ve barışa kavuşmasında Türkiye’nin de menfaati vardır. Komşumuzda yangın varken biz de bu yangından olumsuz yönde etkileniriz. O halde yangını söndürmeye çalışmak varken, yangına körükle ya da daha feci olan ‘benzin’le müdahale edilir mi? Böyle bir savaş, Türkiye’nin savaşı değil ve olamaz. Türkiye, mümkün olan her türlü diplomasi yolunu kullanarak komşudaki yangını bir an önce söndürmek için gayret sarfetmeli.
Suriye ile aramızdaki diplomasi yolu çok fazla tahrip edildiğinden, bu yolu açmak kolay olmayabilir. Fakat başka çaremiz de yoktur. Gerekiyorsa sivil toplum kuruluşları da devreye girerek diplomasi yolu yeniden açılmalı ve savaş bataklığına girmeden barış temin edilmelidir.
Keşke her şey meydanlarda konuşmak, slogan atmak kadar kolay olsa. Dünya artık bir ‘köy’ haline geldi ve dolayısı ile tek başına adım atmak devri de geride kaldı. “Dünyaya bedel” olunduğu iddiası da sınırda biter. Ne kadar eleştirsek de, ‘büyük devlet’leri ikna etmeden Suriye problemini çözmek mümkün görünmüyor.
Savaşı değil, diplomasiyi ve barışı tercih edelim. Bunda hem ülkemizin hem de komşularımızın menfaati vardır.
Gerektiğinde savaş da olur, ama gerektiğinde. Buna da ancak geniş bir ‘meşveret’ ile karar verilebilir.
“Haydi savaşa” diyenler bin defa daha düşünsün...