Sanat tarihi konusunda uzman olan Prof. Dr. Semavi Eyice, 28 Mayıs 2018’de ebedî âleme göç etti. Bakanlar Kurulu kararıyla Fatih Camii’nin haziresine defnedilen Eyice, aynı zamanda İstanbul aşığı bir isimdi. Merhum Eyice’ye bu vesile ile Allah’dan rahmet diliyoruz.
Prof. Dr. Semavi Eyice’yi bazı toplantılarda dinlemiş ve yazılarını, röportajlarını takip etmiştik. 1924 yılında İstanbul’da doğan Prof. Dr. Eyice, 1943’de Galatasaray Lisesi’nden mezun olmuş ve sonrasında üniversite eğitimi için bir müddet Almanya’da bulunmuş. Şubat ayında verdiği bir mülâkatta eğitim hayatını anlatan Eyice’nin, Almanya ve Türkiye’de insana bakışı ortaya koyan iki hatırası özellikle dikkat çekici.
Merhum Prof. Dr. Eyice, arkeoloji ve sanat tarihi okumak üzere Almanya’ya gidip 1944-1945’te Berlin Üniversitesi’nde öğrenim görüyor. 1945’te de yurda dönerek İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde yüksek öğrenimini sürdürüyor ve 1948’de mezun oluyor.
Eyice’nin anlatımıyla İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki Türkiye tablosu şöyle: “Savaş yoktu ülkemizde, ama bütün evlerin camlarına siyah kartonlar yapıştırılmıştı. Tedbir olarak... Ekmek bile karneyle veriliyor. İlk zamanlar o karnelere adres filan da yazılıyordu. O işi talebeler yapıyordu. Biz Cihangir ve Taksim bölgesinin kayıtlarını tutardık.”
Prof. Dr. Eyice, Almanya macerasını şöyle özetlemiş: “Valizler hazırlandı. Rahmetli annem ne bulduysa koymuş valizime, salça bile var. Reçel, şeker, kahve... O zamanlar kahveyi özel izinle alıyorsunuz. Gidip Tekel’in ana merkezinden aldım bir kilo. Üç tane bavulum oldu. Sirkeci Garı’ndan kalkıyor tren. Bulgaristan’a kadar bizim tren gidiyor. Bulgaristan’dan sonra trendeki tek Türk bendim. Tek kelime Almanca bilmiyorum. Almanya’da, Berlin’in dışında iyi bir ailenin yanında bir oda tutabildim.”
1 Ağustos 1944’te Almanya ile bütün ilişkiler kesildiğinde orada olan Eyice, “Ne yaptılar size?” sorusuna şu cevabı vermiş: “Şu durumdakiler tahsillerine devam edebilir, diğerleri askere. Ben Alman değilim. Alman askeri de olamam. Alman bir arkadaş sen durumunu anlatan bir dilekçe yaz Eğitim Bakanlığı’na ver dedi. Gittim, koca bir bina, dört duvar, pencerelerden gökyüzü görünüyor. Ne kat kalmış ne de içinde çalışan. Arkadaş tekrar ‘Sen bu dilekçeyi pulla zarfla posta kutusuna at’ dedi. Yahu dalga mı geçiyorsun harp zamanı bu postalara kim bakar? On gün sonra bakanlıktan yazı geldi. ‘Bakanlığımızca durumunuz incelenmiş, Berlin Üniversitesi’ne kaydınız yapılması uygun görülmüştür. Durum üniversite rektörlüğüne de yazılmıştır’ diye. İşte medeni bir memleketle medeni olmayan memleketin farkı. Bana burada hayatımda sahip olmadığım arabanın plakasına ait dört tane ceza geliyor, üstelik normal zamanda. Adamlar benim durumumu incelemişler cevap yazıyorlar savaşın ortasında. Neden biz geride kalıyoruz da o memleketler ileri gidiyor cevabı burada.” (Konuşan: Harun Karaburç, Yeni Şafak, 11 Şubat 2018)
Her gidişin bir dönüşü olur. Prof. Dr. Eyice, “1945’te geri döndünüz. O nasıl bir yolculuktu?” sorusuna da şöyle cevap vermiş: “Apayrı bir hikâyedir o. Bir ay kadar sürdü. Bir İsveç vapuruna bindik. İsveç bitaraf devlet olduğu için denizlerde dolaşmasına izin veriliyor. 150 kadar Türk öğrenci vardı gemide. (...) Karaköy’deki yolcu salonu yapılmıştı, ama açılmamıştı. (...) Annem babam bir de arkadaşım gelmişti. (...) Gümrük memuruna gittik ‘Sizin vizeniz yok’ dedi. Temsilcisi olmayan bir memleketin vizesi olur mu? Büyükelçilik kapanmış konsolosluklar kapanmış. Memur Bey ille de vize ücretini ödeyeceksiniz hem de cezalı diyor. Annem hini hacette sıkışırsam diye gömleğimin içine para dikmişti. Kendi paramı ve Kâzım’ın [Çeçen] parasını onunla ödedim.”
Savaşın olduğu bir ülkede bir ‘yabancı’nın mektubuna bakanlık cevap veriyor, aynı kişi kendi vatanına döndüğünde ‘vizen yok’ diye para cezası ödemek durumunda kalıyor. Bu kadar çelişkiye ne denir ki?