Türkiye’nin Avrupa Birliği yolu hep inişli ve çıkışlı olmuştur. Bugünden bakılınca ‘düz yol’un Kaf Dağı’nın arkasında olduğu akla gelebilir.
Türkiye-AB ilişkileri son günlerde de yeniden iniş ve çıkış dönemine girmiş görünüyor. Siyasetçileri dinleyince köprülerin atıldığı akla gelse de ilişkilerin henüz o noktaya gelmediği de anlaşılıyor.
Her defasında hatırlatıldığı üzere Türkiye ile Avrupa Birliği’nin ilişkilerini geliştirmesi ve hatta Türkiye’nin AB’ye üye olması hem Türkiye’nin menfaatine hem de örnek olmak istediği İslâm dünyasının menfaatinedir. Pek tabiî ki bu üyelik Avrupa Birliği’nin de faydasınadır. Maddî ve manevî menfaatleri olmasa onlar da bu birliğin devamını istemezlerdi. Meselâ, iki tarafın da kazanacağı bir üyeliğin çeşitli bahanelerle engellenmek istenmesidir.
Hatırlanacağı üzere Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM), Türkiye’nin siyasî denetime alınmasını öngören bir raporu kabul etti. AKPM’nin Strazburg’da yapılan 2017 Bahar Dönemi Genel Kurulu’nda “Türkiye’de Demokratik Kurumların İşleyişi” konulu rapor görüşülerek, raporun ekindeki karar tasarısı için oylama yapıldı. Türkiye’nin denetim sürecine alınması 45 aleyhte 113 lehte, 12 çekimser oyla kabul edildi.
AKPM Türkiye raportörleri tarafından hazırlanan raporda Türkiye’de özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden sonra ilân edilen olağanüstü hal uygulaması çerçevesinde alınan karar ve uygulamalar eleştiriliyor ve demokratik kurumların işleyişinin bozulduğu iddia ediliyor. Kararda, olağanüstü halin mümkün olan en kısa zamanda kaldırılması da istenmiş. (www.aljazeera.com.tr, erişim: 25 Nisan 2017)
Bu karar elbette Türkiye’nin aleyhinedir. Ancak karar sonrası ne yapılması gerektiği hususu da önem taşıyor. İki yol var: Biri kolay olan yani ‘pire’ye kızıp yorganı yakmak. Kendi aleyhimize de olsa öfkeyle hareket etmek ve köprüleri atmak. İkinci yol ise zor olanı: Sükûnetle hareket etmek, çözüm aramak, çare bulmak. Bu kararı alanları ikna etmek. Türkiye’ye zarar verebilecek adımları atmamak. Diplomasi yolunu sonuna kadar kullanmak ve milletin de menfaati olan reform ve iyileştirme kararlarını almak.
Muhtemelen bazıları ‘reform’ tabirinden başka anlamlar çıkarabilir. Ancak hadiseye şöyle bakmak daha isabetli olmaz mı: Meselâ, Türkiye’yi idare eden her idareci bürokrasiden yana şikâyetçidir. Bu şikâyetleri ortadan kaldırmak için atılan adımlar ‘reform’ değil mi? Peki, Türkiye’nin tek derdi bürokrasi mi? Belki bin tane derdimiz var. İşte bu dertlerden kurtulmak için adımlar atılması icap eder. Bu adımlar ne ile adlandırılırsa adlandırılsın, yapılması gereken işlerdir. Buna reform da denilir, ‘demoratikleşme paketi’ de denilir ya da istenirse başka isimle de isimlendirilebilir. Önemli olan netice almaktır. Dolayısıyla Türkiye’nin ayaklarındaki bağları, ipleri, önündeki engelleri kaldırmak lâzım. Nitekim geçmiş yıllarda düzenli olarak ‘demokratikleşme paketleri’ açıklanmadı mı? O paketleri açıklayan ve onlarla haklı olarak övünenler de bugünkü idareciler değil miydi? O gün yapılan doğruydu, bugün de aynı şekilde Türkiye’yi ileriye götürecek paketlerin açıklanması gerekir.
“Yok, biz bunu yapmayacağız. Türkiye’nin zararına da olsa ‘Ankara Kriterleri’ne sarılacağız” deniyorsa bunda milletin menfaati yoktur.
İdarecilerden beklenen şey, Türkiye’nin ve milletin menfaati olan yolun tercih edilmesidir. O yol da daha fazla hak, daha fazla hukuk ve daha fazla adalet yoludur. Aksini iddia eden olur mu?