Ülkemizde ve dünyada hak, hukuk, adalet ve hele de ‘insan hakları’ denildiğinde bundan memnun olmayan geniş bir kitle vardır.
Yanlış bir anlama neticesinde ‘insan hakları’ hiç de layık olmayanların tekeline bırakılmış, ehil olmayanların elinde kalmış. Oysa hak, hukuk ve adaleti temin etmek en başta Müslümanların vazifesi ve ilk işidir ve öyle de olmalıdır.
İslam Dünyası STK’ları Birliği (İDSB), Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı’nın (TGTV) iş birliği, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin desteğiyle Yenikapı’daki Avrasya Gösteri ve Sanat Merkezi’nde düzenlenen 2. Uluslararası STK Fuarı’nda yapılan konuşmalarda isabetli bir tercihle bu gerçek dile getirilmiş.
Fuar kapsamında “İnsan Haklarını Yeniden Düşünmek” başlıklı bir konuşma yapan Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurulu (TİHEK) Üyesi Prof. Dr. Halil Kalabalık, dünyayı 2. Dünya Savaşı’na götüren sebeplerden birinin de insan hakları ihlalleri olduğunu, o dönemde kitleler halinde kıyım yapıldığını ve insan haklarının ihlal edildiğini hatırlatmış.
Prof. Dr. Kalabalık, 2. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra uluslararası güvenlik ve barışın sağlanması yanında, tüm dünyada insan haklarının korunması, geliştirilmesi amacıyla Birleşmiş Milletler’in (BM) kurulduğunu anlatıp, “Dünya, uluslararası toplum bir daha böyle bir kıyım, soykırım, insanlığa karşı savaş suçları yaşamasın diye 1945’te BM kuruldu ve insan hakları sorunu, insan hakları ihlalleri her devletin, milletin, her ulusun kendi iç meselesi olmaktan çıkarıldı” diye konuşmuş. (AA, 10 Aralık 2017)
Prof. Dr. Kalabalık, insan haklarının ne gibi özelliklere sahip olduğunun bilinmesi gerektiğini belirterek, şöyle konuşmuş: “İnsan hakları evrenseldir. Çünkü dünyanın neresinde olursanız olun, (...) fark etmez insanlar bu haklara sahiptir. İnsana Cenab-ı Allah tarafından bahşedilen haklardır. Bu haklar bize herhangi bir ödevin karşılığı olarak verilmemiştir, insan olduğumuz için verilmiştir. O yüzden insan hakları vazgeçilmez, devredilmezdir. (...) Asr-ı Saadet döneminde insan haklarına çok büyük önem verildi. Ama ne yazık ki batılılar bizim filozoflarımızdan Farabi’den, İbn-i Sina’dan, Asr-ı Saadet döneminden aldılar bunları kendi felsefeleri doğrultusunda yorumladılar bize insan hakları diye yutturdular. Aslında inancımız gereği, İslam aleminde insan hakları gerçekten batıdan çok çok daha ileri düzeyde olmalıdır. Ne yazık ki bu anlatılamıyor.”
Evet meselenin özü burada. İnsan haklarını en fazla savunması ve doğru bir şekilde uygulaması gereken Müslümanlar ve İslam ülkeleri olması icap eder. Ne var ki yanlış anlayışlar sebebiyle insan haklarını savunmak neredeyse İslama aykırı bir tavır gibi görülmüş. Hatta halk nezdinde ‘atasözü’ haline gelmiş çok yanlış sözler de zihinlerde yer bulmuş. Bazı bölgelerimizde, “Ne hakkı? Hak değirmende olur” gibi hak arayışları körelten anlayışlar zemin bulmuştur.
O halde bu meseleyi masaya yatıracak adımlar atılmalı. Madem hak, hukuk, adalet ve insan hakları anlayışı en zirve ölçüde İslamdadır ve bu Asr-ı Saadet’te, Hz. Peygamberimizin devrinde dünyaya gösterilmiş; o halde aynı güzel örneği yeniden dünyaya göstermek mecburiyetindeyiz.
Kur’ân tefsiri Risale-i Nur’un hak meselesindeki ısrarı boşuna değil: Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın adalet-i hakikiyesi, bir ferdin hakkını cemaate feda etmez; ‘Hak haktır; küçüğe, büyüğe, aza, çoğa bakılmaz’ diye kanun-u semavi...” (Kastamonu Lâhikası, s. 209)
Kim ne derse desin. Biz; hak, hukuk, adalet ve insan hakları demeye devam edelim...