Adaletin tecellisi noktasında sıkıntılar yaşandığını bir defa daha gördük.
Yargıtay, daha önce görülen ve çok sayıda mahkûmiyetle neticelenen Ergenekon dâvâsını ‘usûl ve esastan’ bozarak ‘yeniden yargılama’ kararı verdi. Yargıtay’ın kararını ‘adaletin tecellisi’ gibi gören de var, ‘haksız karar’ olarak gören de.
Eğer uluslar arası kaide ve kurallara uygun bir araştırma, inceleme ve yargılama yapılırsa en sonunda adalet tecelli eder. Keşke bu karar, adalet sisteminin sıkıntılarını görmeye vesile olsa. 279 sanıklı büyük bir dâvânın, tamamen ‘çökmüş’ olduğunun ilân edilmesi inandırıcı olabilir mi?
Bu ve benzeri dâvâlar devam ederken de “Aman, adalet hissi zedelenmesin. Kuru ile birlikte ‘yaş’lar yanmasın” tavrı takınmış olmanın doğru bir tavır olduğu bu vesile ile de ortaya çıktı. Şimdilerde “Tezgâhın çöküşü” ya da “Böyle bir örgüt yok” benzeri manşet haberi hazırlayanlar; dâvâ devam ederken neler yazdıklarını hatırlıyor mu?
Her zaman için ‘servis edilen haberler’e karşı ihtiyatlı ve ölçülü olmakta fayda var. “Şu suçlu, bu suçlu” diye ilân etmeden önce bin defa düşünmek gerek. Aynı şekilde ‘suçsuz ilân etme’ noktasında da aynı ihtiyat gerekir. Neticede hukukî süreç bir şekilde devam edecek.
Ayrıntıları, şahısları ve günlük tartışmaları bir yana bırakırsak; Türkiye’de ‘darbe’ ile iş başına gelmek isteyen bir siyasî anlayış her zaman var olmamış mıdır? Şu an tartışılan dâvâlar mahkemelerde devam ederken, bazı insanlar; “Yıllarca devlete hizmet etmiş bu ‘meşhur’ kişiler darbe yapar mı? (Elbette yapmaz anlamında)” diye itiraz ediyordu. O gün de ifade etmeye çalışıldığı üzere, ihtimal dahilindedir! Herkesin bildiği gibi Türkiye’nin yakın tarihi, ortalama her 10 yılda bir ‘darbe’ye şahitlik etmiştir. O günkü darbeciler ‘meşhur’ isimler değil miydi? Gerek 27 Mayıs 1960 ve gerekse 12 Eylül 1980 darbelerine imza atanlar, ‘yıllarca devlete hizmet etmiş’ isimler değil miydi? O halde ‘devlete hizmet etmiş olmak’ darbeci olmaya, iktidarı silâh zoruyla devirmeye çalışmaya mâni olmamış ve olmuyor. Bu ve benzer dâvâlara itiraz edilirken ileri sürülen bu savunmalar sağlam bir temele dayanmıyordu.
Şunu görmek lâzım ki, ‘örgüt’ olsun ya da olmasın; darbe yaparak iktidarı ele almak isteyen bir düşünce, bir damar, bir siyasî anlayış her zaman vardır ve maalesef olmaya da devam edebilir. Bunlara karşı; hakkı, hukuku, adaleti ve siyaseti savunmaktan başka bir çare yoktur.
28 Şubat 1997 sürecinde yaşanan yüzlerce, belki de binlerce ‘hak ihlâli’ ortada dururken, siyasete ve siyasetçilere bunca ‘müdahale’ yapılırken ‘darbe ve darbeci yoktu’ demek inandırıcı olur mu? Kuru ile ‘yaş’ların beraberce yakılmak istenmesi ya da dâvâ devam ederken yapılan hukukî yanlışlar bir bütün olarak ‘darbeci anlayış’ın temize çıkartılmasına sebep olmamalı. O anlayış dün de vardı, yarın da olabilir. Nasıl ki “Dünya dönmüyor” demekle dönen dünya vazifesini bırakıp istirahate çekilmez; aynı şekilde bazı hukukî hatalardan yola çıkarak “Türkiye’de darbeci anlayış ve darbeciler yoktur” kararı almakla darbeci zihniyet sona ermez.
Her türlü darbe ve darbeci anlayışa karşı çıkılmalı; bu da adaletten bir milim sapılmadan yapılmalı.