Ülkemizde ‘dinî bilgi’ bakımından bir eksiklik yaşandığını herkes bilir.
Bunun çeşitli sebepleri vardır. Düşünün ki vaktinde ve zamanında Türkiye’yi idare edenler Kur’ân okunmasını bile yasaklamışlardı.
Yetmemiş, minarelerdeki ezana da yasak gelmişti. Böyle bir devir yaşayan ülkede İslâmın doğru ve düzgün şekilde öğrenilmesi mümkün olur muydu? Nitekim de olmamış...
İslâmın doğru şekilde öğrenilmediği isabetli bir tesbittir, ama bu yaranın nasıl tedavi edileceği noktasında ihtilâf var. Bazıları bu işi ‘devlet’e havale etmenin peşinde. Kötü örnekleri sıralayıp “Bu işi devlet düzeltsin’ diyorlar. Oysa böyle bir talep eşyanın tabiatına, yaradılış kanunlarına zıttır. İslâmın doğru şekilde anlaşılması daha çok sivil kişilerin gayretleriyle mümkün olur. İdarecilerin yapması gereken şey, gölge etmemek... Aksi hâlde yara daha da derinleşir ki ülkemizde yaşanan hadise biraz da bunu hatırlatıyor.
Bir gazetenin sorularını cevaplandıran ilâhiyatçı Ali Rıza Demircan şöyle demiş: “Diyanet İşleri Başkanlığı’nın merkez teşkilâtında, bu dinin Kur’ân’a ve aziz Peygamber’imize (asm) dayanan hükümleriyle, tarihî eserlerdeki içtihatlarını birbirinden ayıracak kadro az. Diyanet, modernizm ile geleneğin arasında sıkışıp kalmıştır. Diyanet gerçeği bulup dile getirse bile Türkiye’deki tarikatlar ve cemaatler ayaklanıyor. Bu sefer siyaset kurumu devreye giriyor. Diyanet İşleri Başkanlığı, Cumhuriyet döneminden beri özgür bir kurum değil, siyasetin emrindedir. Bu yüzden de ciddî konulara el atamaz hâle geldi.” (Konuşan: Kübra Par, Haber Türk g., 14 Ocak 2018)
Tabiî ki Diyanet’in de tenkid edilecek yönleri vardır, ama kabahati sadece bir kuruma havale etmek de doğru olmaz. Her kuruluşun bu noktada hataları olabilir. Asıl mesele bu adımların devletten bağımsız olarak atılabilmesidir. İddia doğru ise ‘modernizm ile geleneğin arasında sıkışıp kalmış’ bir kurum arzu edilen adımları atabilir mi? O halde niçin Türkiye’yi idare edenler tarafından sürekli şekilde “Diyanet konuya el atsın. Şunları, bunları kontrol etsin, denetlensin” denilmektedir?
İlâhiyatçı Demircan’ın imam hatip liseleri ve ilâhiyat fakültelerindeki eğitim konusundaki tesbitleri de Türkiye’yi idare edenleri derinden düşündürmeli. “İmam hatiplerde verilen din eğitimini nasıl buluyorsunuz?” sorusuna şu cevap verilmiş: “Türkiye’de imam hatipler, ilâhiyat fakülteleri ciddî İslâm âlimi yetiştirmez, ama demokratik, laik insan tipini yetiştirir. (Neyi eksik buluyorsunuz?) Din iyi öğretilmiyor. İlâhiyat fakültelerinde 4 yıl din eğitimi veriliyor. Kur’ân-ı Kerîm’in meâlinin bile baştan sona okunmadığı bir fakültede din eğitimi olur mu? Ben imam hatip okulunu birincilikle bitirmiş, İstanbul İlâhiyat’a birincilikle girmiş bir adamım.
(Size Kur’ân-ı Kerîm’in meâlini okutmadılar mı?) Yok. Bir yığın lâfügüzaf. Devlet böylesini istiyor. Devlet düzeni sorgulayacak adam istemiyor.”
Duralım ve düşünelim: “Türkiye’de imam hatipler, ilâhiyat fakülteleri ciddî İslâm âlimi yetiştirmez” ise ve bu okullarda “Din iyi öğretilmiyor” ise ve hatta burada “Kur’ân-ı Kerîm’in meâlinin bile baştan sona okunmadığı bir fakülte” ile karşı karşıyaysak kim kabahatli olur?
“Umumî olarak eğitimde ve özelde imam hatip liselerindeki eğitimde sıkıntılar var” denildiğinde itiraz edenler nerede?
Çare, öğrencileri ‘iki kanatlı kuş’ misali yetiştirecek bir sistemdedir. Gerek ilahiyatçılar ve gerekse Türkiye’yi idare edenler görmek istemese de Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur eserlerinden bu noktada çok istifade edilebilir ve edilmelidir vesselâm.