Dinin icaplarını yerine getiren bir insanın, bilerek dindarlara zarar vermesi pek mümkün değil.
Ancak iyilik zannıyla, böyle hatalara düşüldüğü de bir gerçek. “Dine hizmet edeceğim” diye yola çıkan bazı siyasetçiler, son tahlilde yaptıkları ile geniş kitlelere, mütedeyyin insanlara zarar vermiştir.
Bu tesbitin en çarpıcı örneği, 28 Şubat 1997 öncesi ve sonrasında yaşananlardır. Nitekim, 28 Şubat süreci sonrası ‘aklı başına gelen’ pek çok mütedeyyin insan, sivil toplum kuruluşu temsilcisi ya da siyasetçi; “30 yıllık birikim heba oldu” mealinde değerlendirmeler yapmıştır, bunun şahitleriyiz.
Artvin’de düzenlenen bir konferansta konuşan Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nadim Macit, mütedeyyin insanların düştüğü bu hataya yeniden dikkatleri çekmiş. “Siyasal İslâm Rüzgârı” konusunda değerlendirmeler yapan Prof. Dr. Macit, “Siyaseti iman yaparsanız, gündelik siyasî nedenlerle sizden olan insan mü’min olur, sizden olmayan kâfir olur. Türkiye’de en büyük sıkıntı budur” demiş.
Irkçılık tehdit ve tehlikesine dikkat çeken Prof. Dr. Macit “Esas ırkçılık kendi kavmine, kendi aşiretine, zulm üzerine yardım etmektir” ifadesini kullanmış. Müslümanın özgür, bağımsız, hür insan olduğunu da ifade eden Macit, “İnsan günah işledi diye insanları dışlarsanız, tahrik ederseniz, onu hayat hakkından kaçırırsanız, o zaman toplum üzerine din üzerinden baskı icra edersiniz. Baskı her türlü özgür insanı ve benliği öldürür, münafık eder” şeklinde konuşmuş. (Cihan bülteni, 3 Mayıs 2015)
Bu mesele çok önemlidir. Çünkü söz konusu olan mukaddesler, herkesin, hepimizin ortak malıdır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Hakikat-i İslâmiye bütün siyâsâtın fevkindedir. Bütün siyasetler ona hizmetkâr olabilir. Hiçbir siyasetin haddi değil ki, İslâmiyeti kendine âlet etsin.” (Hutbe-i Şamiye, s. 62)
Bu prensibe uyulmadığı için cemiyette ciddî sıkıntılar yaşanıyor. Dini siyasete alet etmek, aynı zamanda “işi ehline ver” emir ve tavsiyesini de inkâr anlamına gelmez mi? Hani, sarhoş adam, sarhoş olmadığı vakitlerde güzel saat tamiri yapıyorsa bozuk saatlerin tamir işi ona havale edilecekti? Türkiye, “iş”leri ehline vermediği için büyük sıkıntılar çekti ve çekmeye de devam ediyor. Bu temel prensipler dikkate alınmaz ve yanlışta ısrar edilirse başka sıkıntılar çekmemiz de ihtimal dahilindedir.
İşi ehline vermemek, işlerin içinden çıkılmaz hale gelmesine sebep olduğu gibi, tenkitlerin de topyekûn Müslümanlara ve mütedeyyin insanlara yönelmesine sebep oluyor. Hemen her gün karşılaşıldığı üzere, dindar kimlikli insanların yaptığı hatalar, yanlışlar, haksızlıklar, adaletsizlikler; mukaddes İslâmiyete mal edilmeye çalışılıyor. Elbette, kişilerin işlediği hataları İslâma mal etmeye çalışanların kabahati vardır, ama buna vesile olanların da hiç suçu yok mu?
Maalesef, “Yanlış işler de yapıyorlar, ama güzel Kur’ân okuyorlar” kıyaslaması yapanlara dahi rastlıyoruz. Bu, kökten yanlış bir kıyas değil mi? Asr-ı Saadet’te vazifeler taksim edilirken kişilerin ‘işinin ehli’ olması aranmamış mıydı? Ne zamandan beri “ehil olmak” sonlara atıldı?
Yaşanan siyasî ve sosyal hadiseler geç de olsa temel meselelerin anlaşılmasına vesile oluyor. Bir yılda, on yılda, hatta 40 yılda anlatılması zor meseleleri; bazen bir günde yaşanan hadise tefsir etmiş oluyor. Türkiye yine böyle bir dönemden geçiyor.
En büyük müfessir, zamandır. Hükmünü ortaya koyduğunda hiç kimse itiraz edemez ve edemeyecek...