28 Şubat 1997’de alınan ve uygulanmaya başlayan kararlar, esasta ve özde millete rağmen alınan kararlardı.
Üniversitelerde uygulanan başörtüsü yasağı başta olmak üzere, onlarca, belki de yüzlerce yasak, uygulayıcılar tarafından “Bin yıl sürecek” diye anlatıldı, ama millet bu kararları fiilen reddetti, tashih etti, düzeltti.
Üzerinden 20 yıl geçen “28 Şubat kararları” bugün de tartışılıyor. 28 Şubat kararları haksız, hukuksuz ve adaletsizdi. Maalesef günümüzde de haksız, hukuksuz ve adalete uymayan kararlarla karşı karşıyayız. Adı üstünde ‘olağan üstü hal’ var.
Belki farkında değiliz, ama bu adaletsiz uygulamaların en büyük zararı İslâma ve Müslümanlara... Gazeteci yazar Ahmet Taşgetiren tam da bunu ifade edip şöyle demiş: “(İktidar cenahında/FÇ) ‘Biz sert, ayrıştırıcı söylemle kendi tabanımızı tahkim, konsolide edelim, seçimi kazanalım’ gibi bir yaklaşım var. Ben herhangi bir siyasî parti hüviyetinde değil, daha ötede bir barıştırıcı dilin gerekli olduğunu düşünüyorum. O İslâm ile bağlantılı kimlik de böyle bir gerekliliği önümüze getiriyor bizim. Çünkü sizin İslâm ile bağlantılı kimliğiniz bu defa size karşı tavrı, İslâm’a karşı bir tavır haline de getiriyor. İnsanlar kendisini sadece siyasî bir yapıdan dışlanmış değil, aynı zamanda bir değerler kümesinden de dışlanmış hissedebiliyorlar. Bu riski görüyorum ve ona karşı da uyarıda bulunuyorum.”
Din adına siyaset yapmanın zararları işte tam da bu noktada düğümleniyor: “Çünkü sizin İslâm ile bağlantılı kimliğiniz bu defa size karşı tavrı, İslâma karşı bir tavır haline de getiriyor.”
Böyle bir vebali kim sırtında taşıyabilir?
Taşgetiren’in dikkat çekici başka tesbitleri de var: “28 Şubat döneminde ittifaklar oluştu. (...) 28 Şubat öncesinde, 1994’lerden itibaren yerel anlamda bir iktidarla buluşulmuştu. Ve bu yerel iktidarlar İslâmî camiada bir anlamda rant ile de buluşmak gibi bir durum ortaya çıkardı. Onun getirdiği birtakım kişilik sarsıntıları oluştu. (...) Kuruluş döneminde AK Parti’de katı bir anti-Amerikancılık, katı bir Batı, Avrupa Birliği karşıtlığı söylemi yoktur. Türkiye’nin demokratikleşmesi, siyaset üzerindeki askerî vesayetin kaldırılması, v.s. gibi alanlarda AB ile ilişkiler önemsenmiştir. (...) Şimdi referandum döneminde de kucaklayıcı dilin hakim olması gerektiği kanısındayım. İnsanlar kapsayıcılığı, kucaklayıcılığı Cumhurbaşkanı’ndan bekliyor. (...) (28 Şubat 1997’de sonraki 20 yılda (...) olgunlaştık mı?) Tam normalleştiğimiz kanaatinde değilim. Farklı toplum kesimlerini dikkate aldığınızda, henüz durulmadık. Referandum kampanyasında da öfke, ayrışma, kopuşma daha ağır basıyor gibi. Ben daha ılımlı, mülayim, merhametli bir dil, farklı toplum kesimlerini kucaklayan bir dilden söz ettiğimde, kendi mahallemizde bile naif olmakla, olayı tam anlamamakla itham ediliyorum. Ama bize bu lâzım. Bu toplumun barışı içselleştirmesi, durulması lâzım. Birbirine daha merhametli gözle bakması lâzım. Yüzde 50 - 50 birbirine diş bileyen toplum kesimleri haline gelmemesi lâzım. Bunun da yeterince sağlandığı kanaatinde değilim. Siyaset dili hâlâ gerilimli bir dil. (...) Bakın, şimdi 15 Temmuz sonrası, 100 bini aşkın insan devletten ihraç edildi, 50 bine yakın tutuklu var. Mahkemeler var. Bunun yansıması kaç yıl sürecek? Görüştüğüm bir bürokrat ‘50 yıl sürer’ dedi. 50 yıl ne demek!” (Konuşan: Semin Gümüşel Güner, aljazeera.com.tr, 28 Şubat 2017)
Evet, ne demek 50 yıl? Asıl yara bu değil mi? Bu yarayı açanların ve tedavi edilmesine mani olanların hali ne olur?