Malûm olduğu üzere dünya bir imtihan yeridir ve hepimiz imtihandayız.
Bu imtihanı kazanmak ne kadar önemliyse, kaybetmek de o kadar kötü. Çünkü ‘kazanmak ya da kaybetmek’ durumunda olduğumuz bu imtihanın telâfisi, bütünlemesi, tekrarı yok.
Karşı karşıya olduğumuz bu çetin imtihanın en zor sorusu da para ve mal ile ilgili olanlarıdır. Bu ‘soru’ları doğru cevaplayabilmek için de iyi ‘ders’ler almış olmamız lâzım. Aksi halde, sınıfta kalabiliriz.
Son yıllarda herkesin şikâyet ettiği ‘cemiyetteki bozulma’nın özünde ve temelinde de bu sorulara yanlış cevaplar verilmiş olması vardır. Çok kötü bir kanaatle, ‘devlet malı’ndan, ‘yetim malı’ndan elde edilen kazançlar, maalesef savunulur hale gelmiştir. Hem de çok garip bir gerekçeyle: Şimdiye kadar hep başkaları ‘kazandı’, biraz da mütedeyyin olanlar bu imkânlardan istifade etsin!
Aklı başında olan hiçbir insan, “Başkaları şu kadar ateş yedi, toprak yedi, kir yedi; biraz da bizden olanlar yesin, biz yiyelim” der mi? Demez ve diyemez. Tek şart; yenilen ve içilenin ‘ateş, toprak, kir, zehir’ olduğunu bilmeye bağlı. Tüyü bitmedik yetimlerin hakkı olan ‘devlet’ ve millet parasından haksız kazanç elde edenler bunu bilse, gerçekten inansa; şeytana uyup kötülükte yarışır mıydı?
Peki, cemiyete, herkese ve nefsimize bunu nasıl kabul ettireceğiz? Bu zor işi, ancak sağlam temellere dayalı bir eğitimle yapmak mümkün.
Müslümanların ‘para’ ile olan imtihanlarını hem de ‘feci’ bir şekilde kaybettiği pek çok kişinin dile getirdiği bir tesbittir. Belki geçmiş yıllarda da da bu imtihanları kaybedenler olmuştur, ama son yıllardaki kayıp hem çok daha büyüktür, hem de kitleler halindeki bir kayba dönüşmüş vaziyettedir.
Kimin bu zor imtihanı kaybettiğini tesbit edecek değiliz. Ayrıca, bu imtihanı kaybetmenin, kazanmaktan daha ‘kolay’ olduğunu da kabul etmek lâzım. En başta insî ve cinnî şeytanlar, mütedeyyin insanların bu imtihanı kaybetmesi için işbirliği yapmış durumda. Allah muhafaza...
Bilhassa 1980’li yıllarda, Hz. Ömer’in, kendi hususî işlerini görürken devletin ‘kandil’ini, lambasını söndürdüğü anlatılırdı. Son yıllarda bu hakikat, bu kıssa unutulmuş gibi. Hemen her gün televizyonlarda ‘Ramazan vaazı’ verenler çok başka şeyleri anlatmayı tercih etmiş görünüyor.
Çetin imtihanlardan biri de, din konusundaki ‘bilgi’lerin millete anlatılırken karşılığında dukak uçuklatan rakamların talep edilmesi. Bu işi Allah rızası için ve makul ‘masraf’lar karşılığında yapanları tenzih ederiz; ama çok olumsuz bir imaj ortaya çıkmış durumda. Elbette ortada dolaşan rakamların ne ölçüde gerçekleri yansıttığını da bilemeyiz. İddiaların tamamı yanlış bilgiye dayanmış olsa dahi, ‘âlim’lerin imajına ciddî zarar veren bir tablo var karşımızda. Nitekim, Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Zülfikar Durmuş, televizyon kanallarında izleyicilere dinî bilgiler aktaran kişilerin yüksek ücret almalarını doğru bulmadığını ifade eden bir açıklama yapmak durumunda kalmış.
Ramazan ayı dolayısıyla televizyon programları yapan kişilerin yüksek ücretler almasının uygun olmadığını savunan Durmuş, “Dini, insanlara anlatmak Allah’ın çok büyük bir lütfudur. Allah size bunu lütfetmiş ve siz hakikatleri insanlara anlatıyorsunuz. Bunu anlatırken de peygamberlerin yolu olan ‘Biz size yaptığımız bu tebliğin karşılığında hiçbir ücret talep etmiyoruz. Bizim mükafatımız ancak Allah’a aittir’ anlayışından dolayı ücret alınmaması gerektiği kanaatindeyim” demiş. (AA, 24 Haziran 2015)
Elbette, imtihan sadece TV’lerde program yapanlarla sınırlı değil. Çok çetin bir ‘mal ve para imtihanı’ ile karşı karşıyayız. Ya Rabbi! Bize bu imtihanı kaybettirme, kazandır! Amin.