Türkiye’yi idare edenler ‘sanayi ile büyüyeceğiz’ diyerek ‘tarım’ı ihmal ettiği gibi dünya ile boy ölçüşebilecek ölçüde büyük sanayi tesisleri de kuramadı.
Neticede ‘sanayileşmiş ülkeler’le aramızdaki mesafe, kapanması zor hale geldi. Bu noktada, ‘tarım’la meşgul olmayı ‘köylülük’ olarak gören ‘aydın’ların da payı var elbette...
Ülkemiz, ihsan edilen coğrafi konumu sebebiyle hemen her türlü tarım ürününün yetiştirilebildiği bir yer. Doğudan batıya, kuzeyden güneye her ilin kendine mahsus öne çıkan bir ürünü olduğu gibi ortak ürünlerimiz de vardır. İhsan edilen bu nimetleri günün şartlarına uygun şekilde yetiştirerek zenginliğe kavuşmak da mümkün.
Cumartesi günü (17 Ocak 2015) Adana’da “Mısır Ulusal Kongresi” düzenlendi. Kongrede konuşan devlet yöneticileri ekseriyetle, temsil ettikleri kuruluşların reklâmını yapmayı tercih ederken, sivil toplum kuruluşları ve dernek temsilcileri ise tarım ve gıda sanayiinin bile sıkıntılardan kurtulması için Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olmasının şart olduğunu söylediler.
“Mısır” deyip geçemeyiz. Bu bereketli ürünün 260 değişik sahada kullanıldığını duyunca doğrusu şaşırdık. Bu arada, “soya”nın da 400 yerde kullanıldığını yine kongredeki konuşmalardan öğrendik. Kongrede, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nı temsilen katılan siyasetçi, “mısır” konusunda konuşmak yerine “reklâm”lara başlayınca, muhalefet milletvekili başka bir siyasetçi tarafından ikaz edildi. “Yapıcı muhalefete her zaman açığız” diyerek konuya dönen konuşmacı, bu defa da “Avrupa Birliği bizden örnek alsın” demek suretiyle yine afaki şeyler söyledi.
Nişasta ve Glikoz Üreticileri Derneği (NÜD) Başkanı Rint Akyüz, gıda sanayiinin önümüzdeki 7 yılda en büyük sektör olacağını ifade ederek Türkiye’nin buna uygun politikalar geliştirmesi gerektiğine işaret etti. ‘Mısır’ın bir hasibi olmadığını hatırlatan NÜD Başkanı Akyüz, “Bizim desteğe değil, önümüzdeki engellerin kalkmasına ihtiyacımız var. Türkiye’deki verim, dünyanın başka ülkelerine nisbetle çok daha iyi. Mısırın yüzde 65’i nişastadır. Dolayısıyla mısır üretiminin dengelenmesi için mutlak surette devlete ait verimsiz şeker fabrikalarının özelleştirilmesi lâzım” dedi.
Selçuk Ü., Ziraat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Süleyman Soylu’nun dikkat çektiği bir nokta da önemliydi. Soylu, “Biz öğrencilerimize mısırı anlatırken ‘bire bin veren ürün’ olarak anlatırız. Ayrıca mısırın hiçbir atığı olmaz. 50’si yerli olmak üzere 300’e yakın mısır çeşidi var” diyerek konuşmasına bir anlamda tefekkürî bir boyut katmış oldu.
Türkiye Yem Sanayicileri Birliği Başkanı M. Ülkü Kakakuş’un konuşmasında da dünya gıda fiyatlarının son 10 yılda yüzde yüz arttığına dikkat çekildi. Önümüzdeki yıllarda da bu artışların devam etmesinin beklendiği ifade edilirken, Türkiye’nin de buna göre politikalar geliştirmesi istendi. Tarımla ilgili kanunların aceleye getirildiğini, Biyogüvenlik Kanununun ise [Kanun No. 5977 Kabul Tarihi: 18/3/2010] mutlak surette değişmesi gerektiğine de dikkat çeken Karakuş, ilgili kanunların AB’ye tam uyumlu hale getirilmesini talep etti. Bununla ilgili bir de örnek veren Karakuş, bazı savcıların kanunda yer alan “bulaşan” ifadesini, “bulaşıcı hastalık” şeklinde anladığını hatırlattı.
Tarımı, gıdayı ve mısırı konuşurken bile Türkiye’nin AB üyeliği gündeme geliyorsa; idarecilerimizin AB’ye posta koymasını anlamak mümkün değil.
Kongre vesilesiyle gittiğimiz Adana’da, okuyucu/ağabeylerimizle de görüşmek ve dün sona eren Tüyap Kitap Fuarı’nı gezmek de nasip oldu.
Anlaşılan dünyanın bir “Mısır devleti” meselesi olduğu gibi, ülkemizin de “mısır ürünü” meselesi vardır...