Teknik tarifini bir yana bırakırsak, fiili durumda akreditasyon; gazeteciler arasında ayırım yapılması anlamına geliyor.
Mesela, bir bakan ya da başbakan, kamuoyuna açık bir toplantı yaparken bazı gazetecilerin bu toplantıyı takip etmesine müsaade edilip bazılarına müsaade edilmiyorsa, takip edebilenler ‘akredite gazeteci,’ takip edemeyenler de ‘akredite olamamış gazeteci’ler olur.
Akretide uygulaması dünyanın her yerinde vardır ve olur. Ancak başka konularda olduğu gibi burda da bir ölçü lazım. Türkiye’deki uygulamaya baktığımızda kabul edilebilir bir ölçü olmadığını ve keyfi hareket edildiğini görürüz. 28 Şubat 1997 sürecinde bu uygulamanın acı neticelerine herkes şahit olmuştu. Ne yazık ki, son günlerde de akreditasyon noktasında 28 Şubat sürecini aratan uygulamar yaşanıyor. Bakanların ya da başbakanların ‘özel’ sayılabilecek seyahatleri bir yana, resmi toplantılarda bile koyu bir ayrımcılık uygulanıyor. Hatta bu uygulama sadece Türkiye ile sınırlı kalmıyor, Avrupa ve Amerika’daki toplantılarda da aynı yanlış anlayış devam ettiriliyor. Daha garip olan hadise, bu yanlış uygulamalara imza atanlar, çok değil 15 yıl önce, 28 Şubat sürecindeki akreditasyon uygulamalarından mağdur olanlardı. O gün şikayet ettikleri tavrı, bugün kendileri başkalarına uyguluyor.
Daha önce de ifade etmeye çalıştığımız üzere, belli ölçülerde akreditasyon uygulanabilir. Fakat şu an yapılan, tamamen keyfi bir uygulamadır. Bir bakanın ya da bir devlet idarecisinin, milleti ilgilendiren umumi toplantı hakkında gazetecilere “Sen gel, sen gelme” deme hakkı olabilir mi? Geçmiş yıllardaki en katı uygulama, TSK bünyesinde yaşanırdı. Şimdi ise onlar bu uygulamadan kısmen vazgeçmişken, siyasetçilerin katı bir akreditasyon uygulaması başlatması hayra alamet olarak görülemez. Keyfi akretide uygulamasıyla hem o gazeteciler hem de çalıştıkları kuruluşlar cezalandırılmış oluyor. Diyelim ki bir gazeteci hata yaptı, hukuk dışı bir adım attı. Varsa bir cezası, o ceza hukuk kaideleri içerisinde verilir. Bunu yapmayıp, toptan o kuruluşları cezalandırmak anlamına gelen akretide uygulaması kesin olarak yanlıştır. Düşünün ki birkaç yıl önce cumhurbaşkanının ya da başbakanın uçağından inmeyen gazeteciler bugün yasaklı...
Bir uygulamanın temelinde hak, hukuk ve adalet yoksa o uygulama ilanihaye devam edemez. Bazı gazetecileri mesleki faaliyetlerini yapmaktan alıkoyan akreditasyon uygulaması da bunların başında geliyor. Keşke, bütün gazeteler ve gazeteciler bu yanlış uygulamaya prensip bazında itiraz etseler. “Oh olsun! Benim rakibim olan gazetecilere yasak konulmuş” diye sevinen bir medya camiası olmamalı. Çünkü, kanunların değil de emirlerin hükmettiği bir sistemde bugün el üstünde tutulan medya mensupları yarın pekala mağdur durumuna düşebilirler.
Yeni Asya da, bilhassa 28 Şubat 1997 sürecinde çok katı akreditasyon uygulamalarına maruz kaldı. Bazı muhabirlerimiz, sırf başörtülü oldukları için üniversitelerin düzenledikleri toplantılara alınmadı. Bu mağduriyeti en derinden yaşamış bir gazete olarak; ölçüyü kaçırmış akreditasyon uygulamalarına itiraz ediyoruz. Mağdur olsun ya da olmasın bütün medya mensuplarının ve medya kuruluşlarının bu yanlış uygulamalara itiraz etmesini de beliyoruz. Tabii ki bu yanlışa, en başta gazetecilerin haklarını savunmak için kurulan meslek kuruluşları itiraz etmeli. Bu kuruluşlar el ele verip, güçlü bir itiraz sesi yükseltebilseler muhtemeldir ki bu yanlış uygulamalar sona erecek.
Her noktada adalete ihtiyaç var. Gazetecilere akreditasyon uygularken bile!