OHAL döneminde hak ihlâllerinin patladığı en vahimi yüz binlerce vatandaşın haksızlıklara ve hukuksuzluklara mâruz kaldığı süreçte yargının devre dışı kalması, hukuk yoluyla hak arama imkânının kalmaması Türkiye’nin adâlet sorununu gündeme getiriyor.
İktidara yakın mahfiller bile, iddianâmesi yazılmayan, uzun tutukluluklarla peşin cezâlandırmalarla, “herkesin suçluluğu ispat edilinceye suçsuz olduğu” ve “suçun şahsiliği” esaslarının OHAL’e kurban edilmesinin, garip bir şekilde “suçsuzluğu ispat kuralı”na ve “irtibat ve iltisak”la suçlanmasıyla hukukun temel kurallarının çiğnenip daha baştan muallel hale getirdiğinden ve herkesin aynı çuvala doldurulmasıyla gerçek darbecilerin yargılanmaktan kurtulduğundan yakınıyorlar.
Furyada o denli bir baskı oluşturuyor ki, tutuklama gerektirmeyen dosyalarda “FETÖ’cü şüphesi”ne maruz kalmak, suçlanmak” endişesiyle hâkim ve savcılar tutuklama kararlarıyla suçsuz cezâyla adâletin esası tahrip edildiği; OHAL’ın ilk KHK’larıyla gün geçtikçe artan on binlerce gözaltı ve tutuklamalarla, kamudan sürecin “tasfiye ve tâkibat süreci”ne dönüştüğüne dair endişeleri açıklanıyor.
HAK ARAMA YOLLARI KİLİTLENDİ
Bu bakımdan Star yazarı Ahmet Taşgetiren’in “Herhangi bir örgütün “terör örgütü” olarak tanımlanması için yargı kararı gerekir. Şu ana kadar FETÖ ile ilgili Yargıtay tarafından onaylanmış bir yargı kararı yok. Yargıtay’da bekleyen dosyalar var; onlar görüşülse, terör örgütü hükmü onaylansa alt yargı organları da ona göre karar verir. 2008 yılında Dâvâ Daireleri Genel Kurulunda 72 hâkimin onayıyla verilmiş bir karar var, o da Gülen hareketinin bir terör örgütü olmadığı yönünde” tesbitiyle süreçte hukuka riâyette dikkat edilmesi gerektiği çağrısı çarpıcı. (14.6.17)
Mahkemelerde “FETÖ’cü” diye yargılanıp infaz edilmiş bir kişi için tahliye ya da beraat kararının çıkması halinde bütün okların derhal mahkeme başkanına, savcıya, heyete yöneldiğini nazara verip, “Bakıyoruz mahkeme başkanı görevden alınıyor. Bu tarz uygulamalar, HSK’yı tartışılır hale getiriyor. Mahkeme heyetlerinde yargısız infaza maruz kalma tedirginliği oluşturuyor” ifâdesiyle adâletin zedelendiğine, uzun tutuklulukların fiilî cezâ haline getirilmesinin, “geciken adâlet” olgusunu ve adâletten beklentileri zaafa uğratmasıyla “derin adâlet sorunu”na dikkat çekmesi kayda değer.
Bilindiği gibi, “Türkiye’de cemaatin kurumlarının önünden geçti’ diye insanlar tutuklanacak hale geldi” diyen Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi eski Genel Müdürü Hanefi Avcı, birçok bürokratı tutuklananların “ilgisiz” olduğunu bildikleri halde korkudan sahip çıkmadıklarını, meselenin hukuk zemininden çıkıp “tamamen hissî, duygusal ve düşmanlığa dönüştüğü” ikazını yapmıştı.
Keza AKP’nin ilk Anayasa taslağını hazırlayan ekibin başındaki Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, daha evvel “kurunun yanında yaş da yanıyor” diyen, ihraçların üzerinden aylar geçmesine rağmen hiçbir düzeltme yapılmayarak, yanlışların düzeltilmeyerek insanların hukuk dışı işlemlerin kurbanı olduğu ve bu halin sürdürülemeyeceği, “bütün hak arama yollarının kilitlendiği” uyarısında bulunmuştu.
“EVHAM, GARÂZ VE İNAD”LA
Aslında bağımsız ve tarafsız olmayan adâletin güçlünün güçsüzü ezeceğini söyleyen dönemin hükûmet sözcüsünün, “Yargı, on kurum içinden sondan dördüncü. Yargıya güven bitmişse kafamızı ellerimizin arasına alıp düşünmemiz lâzım. Saraylar yaptık, ama adâlete, yargıya duyulan güveni arttıramadık. Bundan bütün ülke zarar görür” hayıflanması bunun açık itirafıydı. (Gazeteler, 11.5.15)
Yine Meclis eski Başkanı’nın, “hiçbir organ, makam, merci veya kişinin yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve tâlimat veremeyeceğini, tavsiye ve telkinde bulunamayacağını” teminat altına alan “Anayasanın 138. maddesi ölmüştür” sözleri, yargı bağımsızlığının yok edildiğinin habercisi idi. (Milliyet, 16.5.15)
Ve Anayasa Mahkemesi eski Başkanı’nın, “Toplumda yargıya güven azaldı” tesbitiyle, yargının en üst kurulu HSYK Başkanvekili’nin, “Geçmişte yüzde 70’lerde olan yargıya güven yüzde 30’lara gerilemiştir” değerlendirmesi yargının tükendiğinin açık sinyalleriydi. (gazeteler, 22.4.16, DHA, 22.4.16)
Özetle, Bediüzzaman’ın fevkalâde ehemmiyetli beyân ve ikazıyla, “düstur-u adâlet”ten sapılarak “tarafgirlik fikriyle”, “evham, garâz ve inad”la” sırf inanç, görüş ve kanaatlerinden olayı insanların hak ve hukuklarına ilişilmesiyle “hissiyatını karıştıranların adâlet nâmına pek çok zulmettikleri”, “sureten adâlet içinde adâletin mâhiyetini zulme çevrildiği” “müthiş günâhlara girmek ihtimali”ne ortam oluşturulduğu vartasına bodoslama sürükleniyor. (Tarihçe-i Hayat, 487, 202; Şuâlar, 313)
Bunun içindir ki, suçsuzların ve mâsumların haksızlıklara ve hukuksuzluklara uğratılmaları için öncelikle ciddî soruşturma ve âdilâne yargılama için Türkiye bir an evvel bu adâlet sorununu çözmeli; aksi halde adâletsizliğin bedeli ağır olur…