Türkiye tam bir sistem çıkmazına sürükleniyor. “Güçlendirilmiş cumhurbaşkanlığı” paravanında algı operasyonuyla tam bir “başkanlık” getirilirken, ortaya yürütmenin yasamayı kontrolüne alıp etkisiz hale getirdiği bir ucûbe çıkıyor.
Zira Meclisi zayıflatıp güçsüzleştiren, Başbakanlığı ve hükûmet sistemini bütünüyle altüst eden bir emr-i vakiyle yapılırken darbe ürünü seçim ve siyasî partiler sistemi değiştirilmiyor.
Bilindiği gibi, ilk AKP hükûmetinin kurulduğu 16 Kasım 2002’de bizzat iktidar partisi Genel Başkanı olarak Erdoğan’ın “Âcil Eylem Plânı”nda, seçim bildirisi ve hükûmet programlarında kamuoyuna deklâre edip taahhüd ettiği 12 Eylül darbe anayasası değiştirilmedi. 600’ü bulan darbe mevzuatı ayıklanmadı ve düzeltilmedi.
İktidar sözcüleri ve “ilişik medya”daki savunucuları, “cumhur-başkanlığı sistemi” geçtikten sonra seçim ve siyasî partiler sisteminin buna uyarlanacağını ileri sürüyorlar. “Dar bölge” ya da “daraltılmış bölge” seçim sisteminin getirimeceğini, seçim barajının düşürüleceğini propaganda ediyorlar. Yeni sistemde bunun ne faydası olacağı bir yana, bu vaad ve söylemlerin hiçbir güvence ve garantisi de yok.
TBMM, “DANIŞMAN MECLİSİ” HALİNE GETİRİLİYOR
Samimiyet, seçim barajının en az yüzde 5’e düşürülmesini, önseçim ve tercih usûlüyle, partilerdeki merkez sultasına, genel başkanın iki dudağı arasından çıkan aday listesine son verilmesini, vatandaşların istedikleri adayı seçmelerinin önünün açılmasını, halkın irâdesini temsil eden milletvekillerinin ve Meclis’in etkinleştirilip bağımsızlığının güçlendirilmesini gerektiriyor.
Ne var ki, söz verilen demokratikleşme yerine, antidemokratik unsurları tahkim eden ve demokratik denetimi, kuvvetler ayrılığını, denge ve denetleme mekanizmasını ortadan kaldıran “güçlendirilmiş cumhur – başkanlığı” adı altında “otoriter başkanlık rejimi” dayatılıyor.
En çarpıcısı da, son bir buçuk yılda katliam gibi terör saldırılarıyla 1750’den fazla insanımızın şehit edildiği, Fırat Kalkanı Harekâtıyla oradan da şehitlerin geldiği, cîddi güvenlik riskleriyle ülkenin ağır terör tehdidi altında olduğu, ekonomik kriz sinyallerinin arttığı süreçte, parlamenter sistemle ülkeyi yöneten iktidarın, Bahçeli’nin tetiklemesiyle 15 Temmuz’dan sonra bu sisteme sarılması.
Başbakanlığı tamamen ortadan kaldıran sisteme Başbakan’ın öncülük etmesi. Milletvekillerinin, bir defa daha seçilmek veya “reisin” hışmını çekmemek gibi şahsî endişelerle yahut konjonktürel durumlarla daha teklifi görmeden ve bilmeden boş kâğıtlara imza atmaları. Meclis’i milletin Meclisi olmaktan çıkaran, denetleme görevi alınmış, güvenoyu, gensoru ve sözlü soru hakkı olmayan bir “danışma meclisi” haline getiren bir oldubittiye el kaldırmaları.
İktidar yanlısı kalemşörlerle yorumcuların, alelacele Meclis’te geçirilen ve toplumu daha da kutuplaştırıp “evetçi” – “hayırcı” olarak bölecek gerilimi ateşleyecek bir oldubittiyi bir dizi demagojiyle savunmaları.
SİYASî MÜHENDİSLİK PROJESİ
Görünen o ki, tam bir “siyasî mühendislik projesi” kotarılıyor. Getirilen sistemle, cumhurbaşkanının tek başına OHAL ilânıyla çıkaracağı – 15 üyesinden 12’sini atadığı- Anayasa Mahkemesi’nin denetleyemediği kararnamelerle, yüksek yargının yarısını seçmesiyle, partisinin başı olmasıyla, yürütmenin yanısıra yasamayı ve yargıyı büyük ölçüde tek elde toplayan “tek adam rejimi” getiriliyor.
Şu bir gerçek ki, ülkenin geleceğini doğrudan ilgilendiren anayasa değişiklikleriyle sağlıklı bir sonuç alınması için, bunların uzlaşmaya dayanması, toplumun bütün kesimleriyle konuşulması, hukukî plâtformlarda, üniversitelerde - akademik zeminlerde, sivil toplumda etraflıca tartışılması lazım.
Devletle millet arasında bir mukâvele olan anayasanın iktidarla muhalefetin yanısıra halkın katılımı ve katkısıyla, ortak uzlaşmayla hazırlanması, temel değişikliklerin geniş toplumsal mutâbakatla sağlanması icâb ediyor.
Bu yapılmayıp, tam tersine “cumhur-başkanlığı sistemi” paravanında dayatılan “örtülü başkanlık”, Türkiye’nin hangi problemini çözecek? Siyasî iktidarın yapmak isteyip yapamadığı ne var ki “başkanlık”la onu yapacak?
Ve bunun için bunca ısrar ve acele neden?