Doğu ve Güneydoğu’da son birkaç günde 50’den fazla şehidin verildiği, Suriye’de askerî operasyonlara yeni aşamaların eklendiği vetirede, kamuda 43 binden fazla kamu personelinin ihraç edilmesiyle, OHAL ihraçlarının 50 bini aşması ve siyasî iktidara uyarlanmış “ilişik medya”da bu sayının yüksünmeden 100 bini bulacağının belirtilmesi vahim vaziyeti ele veriyor.
Gittikçe yaygınlaştırılan ihraç furyasında en çok tartışılanların başında, sözkonusu tasfiyelerin kurumların taşra ve merkezlerinde ne tür komisyonlarca ve hangi kriterlerle yapıldığı geliyor.
Her fırsatta “mâsumların zarar görmeyeceği” teminatını veren Başbakan, “Türkiye’de hukuk her şeyin üzerindendir, yargılamalar hukuki çerçevede devam etmektedir, suçsuz olan varsa tespit edilecektir” dese de olup bitenler endişeleri arttırıyor.
Bu konuda, her kurumda yıllardan beridir “cemaatçi” diye bilinen isimlerin tesbit edildiği “tâkip ve fişlenme”yi ikrar eden Başbakan Yardımcısı ve hükûmet sözcüsünün, Millî Eğitim’den Emniyete, yargıdan Meclis’e, Başbakanlıktan bütün bakanlıklara ve kamu kurum ve kuruluşlarına uzanan tasfiyelere dair ifâdeleri dikkat çekici. (Hürriyet, Murat Yetkin, 31.8.16)
İSTİSMAR, İSTİMAL, İHBAR…
Her fırsatta “Bu kadar büyük bir operasyonda hatalarımız elbette olabilir. Azâmi dikkat gösteriyoruz. Suçsuzların zarar görmemesi için de elimizden geleni yapacağız” güvencesine rağmen sıralanan “ihraç kriterleri” furyaya dönüşen “soruşturmalar”daki zâfiyeti ele veriyor.
Her ne kadar Başbakanlıktaki kurulun 28 Şubat’taki Başbakanlık Takip Kurulu (BTK) gibi bir adının olmadığını söylense de; meş’um “darbe girişimi” sonrası “sadece etrafa sorup soruşturmalara ve anlatılanlara göre karar verilmesi”nin yanı sıra, “tek tek kurumlarca belirlenenler” ve “durumundan emin olunamayanlar”la ilgili “açığa alma”, “ihraç etme” ve hatta “işe almalar”a dair sözü edilen “kriterler”, şikâyetleri ayyuka çıkan soruşturmalardaki haksızlık ve hukuksuzluğu açığa çıkarıyor.
“Mesela Bank Asya ile düzenli mali ilişkisi var mı? Mesela çocukları Gülencilerin okullarına gidiyor mu? Mesela Zaman ve Aksiyon aboneliği var mı?” benzeri “kriterler,” on binlerce kamu görevlisinin bir gecede mesleğinden işinden edilmesiyle âdeta cadı avına dönüşen “soruşturmalar”ın, ne denli menfi istimale ve istismara açık olduğunu ortaya koyuyor. (a.g.g.)
Sormak lâzım; kanlı kalkışmaya katılan ya da her türlü desteği verenlerin tesbit edilip en ağır cezâlara çarptırılmaları elbette gerekli. Ancak darbeyle en ufak bir ilgisi ve bilgisi olmayan vatandaşların ve kamu görevlilerinin, sırf çocuklarını -bir zamanlar- Millî Eğitim’in izniyle açılan okullara göndermiş olmalarını ya da devlet güvencesine alınan bir bankanın kartını taşımalarını “suç” addetmenin “hukukî çerçeve”yle ve adâletle ne alâkası var?
Dönemin başbakanları, cumhurbaşkanları, hükûmet ve iktidar partisi temsilcileri, mevzubahis okulların, finans kuruluşların görkemli açılışlarına katılıp övgüler dizmediler mi? En başta kendi çocuklarını gönderip, başkalarının çocuklarının kaydı için tavassut ederek ricâda bulunmadılar mı? Tabelılarında “TC MEB” yazılan okullarda veya YÖK’e üniversitelerde öğretim üyeliğinin veya öğrenci olmanın yahut bu “yapı”yla ilgili sendikaya üye olmanın “suç” sayılması, hangi hukuk, insaf ve mantığa sığar?
“MİLLETİ ATEŞE ATMAK İÇİN BİR PLÂN OLMAZ MI?”
Görünen o ki, iktidara muhalif herkese “FETÖ’cü” damgası vurulmak isteniyor. Ama sorumlu mevkide olup ellerinde her türlü devlet imkânı, istihbaratı ve yaptırım gücü olduğu halde “aldatılmışız, yanılmışız” deyip işin içinden çıkarlarken, kanuna göre resmen açılmış okullarda öğretmenlik yapmak, finans kuruluşlarına para yatırmak nasıl “suç” olur? Daha evvel suç olmayan bir iş nasıl sonradan “suç” sayılır; hukuk ve yasalar nasıl geriye işler?
Görünen o ki, haksızlığa ve hukuksuzluğa açık mevzubahis “ihraç kriterleri”, Bediüzzaman’ın, 1909’da 31 Mart hâdisesindeki Divân-ı Harb-i Örfî (sıkıyönetim) mahkemesinde, “Bence kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdat münkasım olmuş (taksim edilmiş) olur. Ve komitecilikle tam şiddetlenir” tesbitini teyid ederken, “Maddî tazyikler, ehl-i meslek ve fikre galebe etmediği gibi daha ziyâde nifak ve tefrika vermez mi? Müsavatı (eşitliği) ihlâl ve yalnız bazılara tahsis ve haklarında kanunu tamamıyla tatbik etmek, zahiren adâlet iken, bir cihette acaba müsâvatsızlıkla (eşitsizlikle) zulüm ve garaz olmaz mı?” suallerini gündeme getiriyor.
Ve “Fikir ve söz hürriyeti verilse, sonra da muâhaze olunsa (hesâba çekilse), acaba biçâre milleti ateşe atmak için bir plân olmaz mı?” sualini sorduruyor.
(Divân-ı Harb-i Örfî, 48-49)