Her ne kadar ayyuka çıkan mağduriyetlere karşı iktidar cânibinde “Asılsız ihbarlarla işi karıştıran, mâsumları ‘suçlu’ gösteren jurnalcilik”ten yakınılsa da, ileri sürülen “kriterler”in ne denli istismara ve çarpıtmalara teşne olduğu ortada.
Aslında Başbakan’ın “isimsiz – imzasız ihbarlardan yakınması, iktidar partisi Genel Başkan Yardımcısının “Doğru karinelere göre olmasına özen gösteriyoruz, lâkin biri isimsiz mektupla ihbar yapıyor, ‘Şunlar bunlar FETÖ’cü’ diye araştırıyorsun alâkası yok; ‘fırsat bu fırsat’ deyip, işi karıştıranlar var, onları cezâlandırmak gerek” tepkisi, ihbarcılıkla düşülen vartanın ikrarı.
Keza asılsız uyduruk ihbarların da büyük bir suç olduğunu, yapanların büyük bedel ödeyeceğini ifade eden iktidar partisi yetkililerinin jurnalcilikten şikâyetleri, Türkiye’nin ne denli bir çıkmaz ve kargaşaya sürüklendiğini ortaya koyuyor.
15 Temmuz’dan sonra kocasını ihbar eden eşin, tartıştığı komşusunu “FETÖ’cü” diye jurnalleyen komşunun yaptığı asılsız ihbarlarla sadece Ankara’da Emniyete 40 bin ihbarın gelmesi, Türkiye’nin nasıl bir anafora sürüklendiğini ortaya koyuyor.
Bu açıdan Başbakan’dan bakanlara “darbe fırsatçılığı”ndan ve ihbarlarcılıktan yakınmaları dikkat çekici. Hükûmet sözcüsünün, “Sadece imzasız değil, asılsız ihbarlar da büyük bir suçtur. Bir mektup yazayım da şikayet edeyim, bunun da bir suç olduğunu unutmayalım. Asılsız ihbarların da hukukî bir karşılığı olacak. Adam işyerinde tartıştığı kişiyi şikâyet ediyor” sözleri vaziyetin tesbiti.
“KOLEKTİF SUÇ” İCÂDIYLA…
Gerçek şu ki, OHAL sadece “darbe girişimi”nde bulunan ve sözü edilen örgütlerle mücadele için kurulmuştu. Ancak bu fırsatla işgüzârlıklara girilmesi, kapsam ve sınırlarının aşılması, mağduriyetleri arttırır ve amacından saptırır. “Nasılsa OHAL var, muhalifleri de buna ekleyelim” diye operasyonları cadı avına dönüştürür.
Nitekim uygulamalarda “kolektif suç” icâdıyla “suçun şahsîliği” ve “yargılanıp suçluluğu sabit oluncaya kadar herkesin mâsum ve suçsuz olduğu” kuralı hiçe sayılarak dehşetli haksızlık ve hukuksuzluklara yol açılıyor.
Keza, aranıp bulunamayan “zanlı”nın yerine eşinin, kayınvalidesinin gözaltına alınması, yargısız, sorgusuz ve sualsiz hak kazandıkları mesleklerinden uzaklaştırılan kamu görevlilerinin işlerinden edilmesi, ruhsatları, diplomaları iptal edilerek hiçbir iş yapamaz hale getirilmeleri, eşlerinin dahi pasaportlarının iptali yüzbinlere varan bir mağduriyet kitlesi meydana getiriyor.
“ZULMÜ GENİŞLETİR…”
Daha düne kadar yasal ve meşru olarak kabul edilen ve hatta iktidardakiler tarafından övgüler yağdırılan, 15 Temmuz’a kadar kanunlara göre kapısı açık olan özel okullara çocuklarını gönderdikleri, finans kuruluşlarında işlem yaptıkları ya da resmen faaliyet gösteren bir sendikaya üye oldukları için insanların “iltisak ve irtibat”la “suçlu” sayılarak “idarî kararlar”la soruşturma, kovuşturma ve cezâlandırılmaya tabi tutulması, hukuksuzlukları katlıyor.
Sonuçta Bediüzzaman’ın tesbitiyle, “müfsidlerin, muhbirlerin ihbarlarıyla” yapılan haksızlıklar “zulmü genişletiyor.
Ve yaşananlar, yine Bediüzzaman’ın 31 Mart hâdisesindeki “Acaba biçâre milleti ateşe atmak için bir plân olmaz mı?” sualine yeni bir örnek oluyor. (Divân-ı Harb-i Örfî, 48-49)