Bilindiği gibi, AB demokratikleşme reformlarının durduğu kırılgan süreçte, Türkiye’ye “hibrit (melez) demokrasi” tesbiti yapılmıştı.
Son yıllarda dünya demokrasi endeksi araştırmasında, 167 ülke arasında Türkiye’nin daha da gerileyerek 89. sırayı Nikaragua’yla birlikte paylaşıp, Honduras, Tanzanya, Uganda, Sierra Leone, Haiti gibi ülkelerle aynı kategoride yer aldığı bildirilmişti.
Gerçek şu ki, sözkonusu raporlarda, son dönmede AB perspektifine aykırı olarak yargının yürütmenin emrine sokulması, MİT’e olağanüstü dinleme ve operasyonel yetkiyi veren yeni “MİT yasası”, adlî kolluk yönetmeliğinin tağyiri, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) yapısıyla oynanması, yüzde 10 seçim barajının yer aldığı siyasî partiler ve seçim yasasıyla siyasetin demokratikleşememesi önemseniyor.
Keza Sayıştay raporlarıyla ortaya çıkan şeffaflıktan ve hesap verirlikten uzak devlet harcamalarının denetlenememesi, yolsuzlukların soruşturulup yargılanmaması, Türkiye’nin tam ve kusurlu demokrasilerin altına düşüp “karma demokrasiler” sırasında yer almasında büyük payı var.
Şu garabete bakınız ki, “yeni Türkiye” ve “ileri demokrasi” iddialarına karşı, halen “askerî işler” ve harcamalar denetlenemiyor ve halen yargıda “sivil-askerî” çift başlılık devam ediyor. 12 Eylül darbesinden kalma 600’den fazla antidemokratik yasa yürürlükte.
En son insan hakları örgütü Freedom House’ın (özgürlük evi) açıklanan raporunda Türkiye’nin kırık notu, “demokrasi karnesi”ni bir defa daha okutturuyor. Rapordaki cetvelde Türkiye’nin özgürlük notu, 3,5. İnsan hakları notu 4, siyasi haklar notu 3.
195 ülke arasında ölçülen “demokrasi standardı” raporunun Türkiye bölümünde Cumhurbaşkanı’nın demokratik çoğulculuğa karşı son derece sert mücadele yürüttüğü belirtiliyor. Türkiye’de hukuka - yargı bağımsızlığına müdahale edildiği, medyaya operasyonlarla bağımsız medyanın baskı altına alındığı, gazetecilerin sansürlendiği, ifade özgürlüğünün internet kısıtlamalarıyla ihlâl edildiği, özgürlüklerin kısıtlandığı, bankaların batırılmak istenmesi ve paraların “sıfırlanmak” istenmesi yazılıyor. Yine eğitim, iş ve seyahat gibi alanlarda bireylerin kendi kararlarını vermelerinin engellendiği kaydediliyor.
Keza kırk beş binden fazla polisin sürülmesi, iki bin beşyüz hâkim ve savcının görevlerinden alınması ve yerlerinin değiştirilmesi, hükümetin atamalar ve terfilerle yargıçları etkilediği bildiriliyor.
Ve bu haliyle Türkiye, “kısmen özgür ülke” olarak nitelendiriliyor.
İKRAR
“Siyasî hayatın biter”in anlamı
Dört eski bakanın Yüce Divan’a gönderilmesine dair konuşan AKP’li Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı Kuzu’nun, bir televizyondaki sözleri çarpıcıydı.
17-25 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonlarıyla ilgili olarak, “Birileri kurulan Meclis araştırma komisyonunda Yüce Divan oylaması veriyor. Başbakan benim partimin lideri, bakanlar benim kankam, bir kısmı benim dünürüm. Bu adamlarla neden muhalefet olayım, niye uğraşayım. Demek istediğim oğlan bizim kız bizim” dedikten sonra,“Yav gönderemezsin tabi, niye göndereceksin. Aklımdan zorum mu var, deli miyim? Zaten gönderemezsin, (göndersen) siyasî hayatın da biter” diye konuşması, neden Yüce Divan’dan çekinildiğini bir defa daha ele verdi.
Hatırlanacağı üzere daha önce Başbakan’ın “Kardeşimiz de olsa kolunu kopartırız!” çıkışıyla AKP grubunda ve komisyonda en azından bir-iki bakanın seçim öncesi Yüce Divan’a gönderileceği havasının yayıldığı söylentilerine karşı, kulislerde Erdoğan’ın bugünkü Anayasa Mahkemesi’ne güvenmediği, milletvekillerini ve komisyon başkanını uyardığı konuşulmuştu.
Bu açıdan Kuzu’nun açık açık “Aklımdan zorum mu var, deli miyim? Siyasî hayatın biter” diye Yüce Divan’dan kaçınması, âdeta örtülü “suçluluk” ikrarı oluyor. İktidar partisinin neden Yüce Divan’dan çekindiğinin sinyallerini çakıyor.
Anayasa Mahkemesi’ne güvensizlikle “Yüce Divan’a gitseler siyasî hayatları biter” ifâdesi, peşinen yolsuzluk ve rüşvet iddialarının yargıda tescilleneceği ve eski bakanların “suçlu bulunacakları” yorumlarına yol açıyor…
GÜNDEMDEN
Almanya’da 11 bin, Türkiye’de 158 bin!
Peşpeşe “paket”leri açıklayan Başbakan, ilk olarak “devlette israfla mücadele” paketini açıklamıştı. Devletin elindeki sosyal tesislerden, konutlardan, kamu binalarındaki kiralanma bedellerindeki artıştan, kamu taşıtlarındaki sayısal artıştan, bina taşıt kiralanmasından yakınmıştı.
Peşinden Maliye Bakanı, daha evvel merkezi yönetim kapsamındaki idarelerde 15 bin civarında kiralık araç olduğu ifadesiyle, bu harcamanın, 2013’te 212 milyon liraya vardığını söylemişti.
Ne var ki, ekonomistlerin muhtemel kriz uyarılarına karşı, devlette israf devam ediyor. Başbakan devlette israfın denetim altına alınmasına dair “kamu yönetiminin israftan kaçınma stratejisi”ni ilân ederken, devlette israfın ardı arkası gelmiyor. Devletin onca atıl binasına karşı, Sayıştay raporlarıyla kamu kurumlarının ödediği yüksek rakamlı kiraların bilânçosu dudak uçuklatıyor.
Evvelâ Meclis’in 58 makam aracından 29’u daha sıfır lüks modelleriyle yenilenmesiyle makam aracı giderleri ikiye katlanıp 3.9 milyon liraya çıkarıldı. 2015 bütçesinde, kurumlara alınacak araç sayısında görülmemiş artış aşırı israfa gidildi. Ve 2015’te genel ve özel bütçeli kuruluşların sahip olacağı araç sayısı, toplamda 8 bin 515’e ulaşıyor.
Bu arada kamuya ait taşıt sayısının Japonya’da 10 bin, Almanya’da 11 bin, İngiltere’de ise 12 bin olduğuyla kıyaslandığında, Türkiye’de kamuya ait 158 bin araç ve 240 bin lojman ve sosyal tesis bulunması, kamudaki lojman saltanatı ve araç sefasını ortaya çıkarıyor. Böylece, Türkiye, savurganlık ve israfta 30 bin dolar millî gelirli dünyanın en zengin ülkelerini fersah fersah geride bırakıyor.
Ve bütün bu rakamlar, hükûmetin “israfla mücadele stratejisi”ni daha baştan anlamsız kılıyor…
GÖRÜNEN O Kİ
İsrail’le örtülü “danışıklı dövüş” mü?
Tam da kamuoyunda Erdoğan’ın ifâdesiyle, eklentileriyle “bütçeyi sarsacak” derecede milyarlarca (trilyonlarca) lirayı bulan 1150 odalı Ak Saray’ın tartışıldığı ve dört eksi bakan hakkındaki komisyon raporunun Meclis’te görüşülmesi sürecinde, Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın Paris olayları üzerinden İsrail Başbakanı’na yüklenmeleri dikkat çekti.
Erdoğan, “Binlerce kişiyi öldüren bir adam hangi yüzle Paris’teki yürüyüşe katılır?” diye Netanyahu’ya yüklendi, Batı’yı “ikiyüzlülük”le suçladı. Davutoğlu da katıldığı bütün toplantılarda Netanyahu’ya veryansın etti. Bununla kalmadı, Peygamberimize (asm) hakaretâmiz karikatürler yayınlayan Charlie Hebdo dergisi üzerinden içte muhalefete ve siyasî rakiplerine taarruzla siyaset yaptı, yapıyor.
Ve diğer yandan son on iki yıllık AKP iktidarında İsrail’le her türlü ekonomik mutâbakat zabıtları, siyasî antlaşmalar, savunma sanayii işbirlikleri, silâh alımı ihâleleri devam ediyor.
En son İHH Başkanı Bülent Yıldırım, “İsrail’le kapalı kapılar ardında ticarî ortaklıklar kuruluyor” ifşaatında bulundu. İsrail’le el altından doğalgaz anlaşmalarının yapıldığını belirten Yıldırım, İsrail’le birtakım şirketlerin anlaşmalar yaptığını, bazı bürokrat ve siyasîlere kapalı kapılar ardında ortaklıklar teklif edilip kurulduğunu deşifre edip İsrail’le ticaret hacminin arttırıldığını açıkladı. İsrail saldırısının ardından söylenenlere rağmen bugün İsrail’le ticaretin rekor seviyeye koştuğunu belirtti.
Görünen o ki, ekonominin kırılgan durumundan, işsizlik rakamlarının vahim boyutlara ulaşmasına, yolsuzluk ve rüşvet iddialarından, mahalli seçimlerdeki oy hırsızlığı iddialarına kadar birçok sıcak gündemin üstü örtülüyor, kamuoyunun nazarından kaçırılıyor.
Ve bu ikircikli hal, “İsrail’le örtülü bir ‘danışıklı dövüş’ mü oynanıyor?” sorusunu sorduruyor…
KISACA
Suçlu–suçsuz…
Hukukun temel kuralı, “Suçluluğu ispat edilinceye kadar herkes suçsuzdur-mâsumdur.”
Ancak son dönemde bu kuralın Türkiye’deki uygulaması, “Suçsuz olduğunu ispat edinceye kadar herkes zanlıdır, suçludur” vakıasına dönüşmüş. Özellikle siyasî iktidara yönelik iddialarda…
HAFTANIN SÖZÜ
“AKP, dış âlemin, Amerika’nın, İngiltere’nin ve İsrail’in bir projesidir.”
Mustafa Kamalak (SP Genel Başkanı)