Türkiye yeniden düşük yoğunluklu bir savaşa sürükleniyor.
Suikastlar, karakollara intihar saldırıları sürüyor. Şehid haberleri yürekleri yakıyor.
Son iki haftada 20’yi aşan şehidle 50’den fazla vatandaşın katledildiği terör tırmanmaya devam ediyor. Ve bütün mahfillerde, “çözüm süreci”nin neden bir çırpıda kesildiği sorusu soruluyor.
Gerçekten, daha düne kadar siyasî iktidarın “Herşeye rağmen devam edecek” dediği, Erdoğan’ın Başbakan olarak “Siyasî hayatımıza mal olsa da…” diye ahdettiği “çözüm süreci” neden kesildi?
Yıllardır “eli kanlı örgüt”le masaya oturup süreci görüşen - görüştüren AKP hükûmetinin son demde PKK ateşini bile bile alevlendirerek “barış ve çözüm projesi”ni niçin resmen bozdu?
Son günlerde terörü tahrikle yeniden “çatışma süreci”ne dönüp terör tehdidinin yoğunlaşmasına sebebiyet veren “akıl tutulması” dehşetli hali neden? Onca iddiadan sonra ülkenin kan gölüne çevrilmesine neden âdeta fırsat veriliyor, verdiriliyor?
Bu soruların cevabı, Cumhurbaşkanı’nın ülkeyi “derhal seçim”e götürüp AKP’nin tek başına iktidarı uğruna HDP’yi baraj altına çekmek olduğu ortaya çıkıyor. O denli ki, siyasî mahfillerde “Eğer 7 Haziran seçimlerinde HDP barajı aşmayıp AKP bir defa daha tek başına iktidara gelseydi ‘çözüm süreci’ kesilmeyecek, terör azıp şehitler gelmeyecekti” yorumları yapılıyor.
Seçimden önce “HDP barajı aşmazsa huzursuzluk yapacak, ülke kaosa sürüklenecek” deniliyordu. Şimdi ise bu parti barajı aştığı için “Bu olmadı, tekrar seçim” deniliyor, ülke kargaşaya sürükleniyor…
TERÖR VE ŞİDDETE PRİM!
Suçlamalar devam ediyor. Başbakan, Suruç katliamından sonra IŞİD üzerinden başlatılan ancak içte ve dışta yoğunlukla PKK’ya yönelen operasyonların “gerekçesi”ni açıklarken, HDP heyetiyle görüştüğü saatlerde KCK’nın “silâhlı savaş” tâlimatını verdiğini söylüyor. Demirtaş’ın PKK’ya “silâhların bırakılması” çağrısının ertesi günü Kandil’den tekzip geldiğinden yakınan Davutoğlu, yine Demirtaş’ı suçlayıp “Türkiye Irak’a ve Suriye’ye benzetilmek isteniyor” diye yakınıyor.
Halbuki en son açıklamasında olduğu gibi Demirtaş açık açık, “PKK âcilen silâhı bırakmalı; ben ‘devlet silâh bırakmalı’ demiyorum, elbette devletin elinde silâhı olacak, ancak elini tetikten çeksin diyorum” çağrısını yeniliyor. Yine bu parti sözcüsü Meclis kürsüsünde, “Rabbim şâhiddir ki, bütün dünya iktidarları, bir askerin, bir polisin, bir sivilin yaşam hakkına kurban olsun” diye konuşuyor.
“Âkil adamlar”dan bir grup toplanıyor, teröre karşı sivil inisiyatif bildirileri, “silâhların bırakılması, terörün sonlandırılmasıyla barış” çağrıları yayınlanıyor. Buna rağmen terör devam ediyor.
Vakıa şu ki, terör örgütün aksine “barış dili”ni öne çıkaran HDP’yi de dinlemediği ortada iken AKP iktidarı baştan beri “çözüm süreci”ni hep İmralı ile, örgütün elebaşlarıyla görüştü; devlet adına istihbarat teşkilâtı yetkilileriyle örgüt elebaşları üzerinden kapalı kapılar arkasında sürdürdü.
Militanların ancak yüzde 15’ini bulan hasta ve yaşlıların ülkeyi terk ettiği ikrarına rağmen “müzâkereler”i inadına terör örgütüyle yürüttü. En garibi de bölgeyi âdeta örgüte “teslim” etti…
Gerçek şu ki, iktidarın “çözüm”ün Meclis’te, meşru zeminlerde ele alması ikazlarına rağmen sadece terör örgütüyle müzâkeresi bu vartaya düşürdü. Bu vartada, “şiddet ve silâhlı mücadele” peşindeki terör örgütü ile bölge milletvekillerini ayırmıyor; “siyasî uzantı” tahkiriyle Meclis’tekilere salvolar savuruyor. Üstelik “silâhların susması” çağrısını yapanlara yükleniyor. Terör ve şiddete bir nevi prim veriliyor…
MÂKULİYETE YANAŞILMIYOR!
Bu arada “örgütün silâh bırakması çağrısı”nı alacağı HDP heyetinin İmralı gitmesine izin vermedi, vermiyor. Ülke kan gölüne dönüyor. Her gün şehid verilen çatışma ortamına âdeta zemin hazırlanıyor; “çatışmasızlık” ortamının geri gelmesiyle barışın inşası ortamının oluşması mâkuliyetine bir türlü yanaşılmıyor. Yeniden “anaların ağlaması”na sebebiyet veriliyor.
En çarpıcısı da, barış ve müzâkere yanlılarına karşı terör ve çatışma cephesinin eline “kozlar” – “gerekçeler” sunuluyor. Fevkalâde hassas olan bu meselenin “siyasî rant projesi”ne dönüştürülüyor.
Oysa, KCK/Kandil’in “savaş dili”ne karşı, millet nezdinde, millet irâdesini temsilcisi Meclis’in uhdesinde görüşülmesi gerekirdi. Zararın neresinden dönülse kârdır. Artık politik tehdit ve şantajlarla vakit kaybetmeden, kamuoyu oyalanmadan, porovokatif politik tahkir ve tahriklerden uzak durulmalı.
Ve Bediüzzaman’ın bundan 95 yıl önce beyân ettiği, temel hak ve hürriyetlerle, ortak değerler ekseninde “demokratik merkezî usul”le sürdürülebilir maddî ve mânevî kalkınmayla millet irâdesinin temsilcisi ve birliğinin çatısı Meclis’in uhdesinde gerçek barış ve çözüm çâresine başvurulmalı.
Vartaya düşürülen “çözüm”ün başka da çâresi yok…