Menfur “darbe teşebbüsü” sonrası tam bir “soruşturma kasırgası” estiriliyor.
Daha darbeyi dayatan cuntacılar tam belirlenememiş ve bizzat hükûmet sözcüsünün ifâdesiyle halen dokuzu general 216 asker firarda iken, ithamlar sivillere ve gözaltına alınıp tutuklanan on binlere ve KHK’larla işlerinden uzaklaştırılıp ihraç edilen 70 bini aşkın kamu görevlisine yöneltiliyor.
On yıllarca yıl söz konusu “yapı”nın içinde bulunan şahıslar, çıkarıldıkları televizyonlarda darbeci askerler hakkında çoğu defa garip bir şekilde “Bilmiyorum, tanımıyorum” derken, siviller ve özellikle siyasiler hakkında peşpeşe töhmet altında bıraktırıcı “ifşaat” ve ihbarlarda bulunuyorlar.
Genelkurmay eski Başkanı bile “dış bağlantılar”a işâret ederek, “Silâhlı Kuvvetlere sızmış unsurlar üzerinden darbeye kalkışırsınız, darbeye teşvik edersiniz, provoke edersiniz, ama o darbenin başarısız olması için tedbirleri de alırsınız, başarılı olmasını engellersiniz” diye işin arka plânına dikkat çekerken, süreç hâdisenin önü arkası araştırılmadan bir “cadı avı” operasyonuna dönüştürülüyor…
ALENİ İHBAR FURYASI…
Karmaşa öyle bir vartaya vardırılıyor ki, bir zamanlar yere göğe sığdırılamayan, iktidar mensuplarının katılıp her türlü övgüler yağdırdıkları okul ve yurtları açmak, burs dağıtmak, eğitim ve yardım hizmetlerinde bulunmak âdeta büyük bir suçmuş gibi gösteriliyor. Hatta mevzubahis “yapı”nın “tabanı” olarak tanımlanan milyonlarca vatandaşın iyi niyetle yaptığı dinî, imanî, ahlâkî hizmetler dahi bir nevi “cinâyet” gibi algılatılıp lanse ediliyor, topluma fevkalâde tehlikeli husumetler aşılanıyor.
“Konuşturulanlar” bile, “Böyle bir darbe kimin tarafından yönetildiyse, mâlum grubu da içine alarak yönetilmiş” diyerek işin perde arkasının kapsamının genişliğine işâret ederken, birileri olayı belli odaklara hasredip âdeta rayından çıkarıyor.
Medya üzerinden açık ve aleni bir ihbar furyası işletiliyor. Fütursuzca ve tek tek isimler veriliyor. Bir maksada mâtuf çanak ve çapraz “kimdir, nedir?” gibi sorulara, peşinen töhmet altında bulunduran cevaplar veriliyor. Medya bir “jurnal mekanizması” olarak istimal ediliyor. İstihbarat bültenleri gibi çıkan gazetelerdeki jurnaller üzerinden “hafiyelik” sistemi çalıştırılıyor.
Ekranlarda saatlerce arz-ı endam eden “konuklar”ın hatırlamadığını “gazeteciler” hatırlatıyor; ardı ardına eski arkadaşlarının isimlerini “veren”lerin verdiği “bilgiler”le yanlış-doğru, suçlu-suçsuz , câni-mâsum, hatta darbeci ile darbeyi önleyenler karıştırılarak jurnal ediliyor.
O denli ki, 35 – 45 sene boyunca bu “yapı”nın içinde bulunduklarını söyleyenler, garip bir biçimde niçin ayrıldıklarını bir türlü ikna edici bir gerekçeyle açıklamazken, “Dünyanın bütün dillerindeki hakaret kelimelerini toplayın, hepsine eştirler” gibi toptancı hakaretler savuruyorlar.
17-25 Aralık’a kadar bizzat dönemin Başbakanı’nın “Ne istedilerse verdik! Her türlü desteği verdik” ikrarlarıyla açığa çıkan AKP hükûmetlerinin o zamanki politikalarına uygun hareket eden eski bakanlar, valiler ve bazıları halen işbaşında olan bürokratlar suçlanırken, vahim iddialar iktidar partisinin içine kadar vardırılıyor.
Furya o hale getiriliyor ki, 43 vatandaşın savaş uçaklarıyla bombalandığı Uludere katliamından Hrant Dink cinâyetine, Muhsin Yazıcıoğlu “kazası”ndan İbrahim Tatlıses’e yapılan saldırıya kadar son on dört sene boyunca üzeri örtülüp resmen kapatılan bütün dosyalar, fâil-i meçhuller, suikastlar, sabotajlar daha önce Ergenekon torbasına tıkılırken şimdi “paralel”e mal ediliyor.
240 insanımızın katledildiği darbe vahşeti âdeta unutuluyor; vebal, demagojik çarpıtmalarla, yaman çelişkili algı operasyonuyla, medyatik dezenformasyonlarla, maksatlı manipülasyonlarla tek yere yığdırılıyor…
OHAL, JURNALLEME HALİ!
Kısacası, garabetli cerbezelerle hak ve bâtıl karıştırılarak, tıpkı kimin adına ve hangi menhus plân ve proje hesâbına tetiklendiği belli olmayan kanlı ve karanlık darbe teşebbüsüne yönelik soruşturmalar saptırılıyor. OHAL olağanüstü bir şirretlikle tam bir gammazlama – jurnalleme aracı haline getiriliyor. Sokak sürekli provoke ediliyor. Âdeta kargaşa ve kaos tahrik ediliyor.
Bediüzzaman’ın böyle vartalara karşı ikaz ettiği, “Her hükûmette muhalifler bulunur. Âsâyişe, emniyete ilişmemek şartıyla herkes vicdanıyla, kalbiyle kabul ettiği bir metodu, bir fikri ile mesul olmaz” Kur’ânî esasına ve İlâhî adâlete aykırı sapmalara sürükleniliyor. (Emirdağ Lâhikası, 381, 453)
Ve yine Bediüzzaman’ın dikkat çektiği, “Birisinin hatâsı ile başkası, partisi, akrabası mes’ul olmaz, olamaz” âyetindeki Kur’ânî prensip hükmüyle,”Bir adamın hatâsıyla yirmi bin komşusu cezalandırılır mı, hapsedilir mi? Dünyada böyle hükmeden hiçbir kanun var mı?” diye sorduğu, “kâinatta işitilmemiş bir kanunsuzluk, bir zulüm”le, “beş câni yüzünden doksan mâsuma zulmetmek” hatasına düşülüyor. (a.g.e., 451, 453)