Haber bültenlerinde zaman zaman rastladığımız bir cümle vardır: “Falanca faaliyette spor, san’at, siyaset ve iş adamları çevresi bir araya geldi” şeklinde... Duyunca bu çevrelerin çok nadir görüştüğünü, herkesin kendi işine odaklandığını zannederiz. Bu çevrelere akademi ve basın dünyasını da dahil edebiliriz.
Gerçek hayatta bu çevreler iç içe geçmiş durumdadır ve başarı merdivenlerini hızlıca tırmanmak isteyenler en çok siyaset adamları ile sürekli dirsek teması kurmak durumunda kalmaktadır.
Demokratik, şeffaf ve liyakatın esas alındığı bir ülkede, işini iyi yapan onun karşılığını alır. “Marifet iltifata tabidir” diyen atalarımız, ödüllerin başarıyı tetiklediğini görerek söylemişlerdir. Ancak sadece iltifat görüp hiç çalışmadan başarı elde edildiği görülmemiştir.
Bir ülkede sadece iktidara yakınlıkları ile bilinen iş adamları, iyi sayılabilecek kamu projelerinin ihalelerini alıyorsa, aldıkları ihalelerde kendilerine belirli bir kazanç miktarı devlet garantisi ile sunulup, gün sonunda belirlenen kazanç elde edilemediğinde oluşan farklar, büyük bölümü vatandaşların ödedikleri vergilerden oluşan bütçeden ödeniyorsa, kusurlu oldukları iş kazaları sebebiyle açılan dâvâlardan ceza almadan kurtulabiliyorlarsa, vergi cezaları sıfırlanabiliyorsa, dış gezilerde ve resmî dâvetlerde devlet erkânının yanında boy gösterebiliyorsa...
Sadece iktidara yakınlıkları ile bilinen sporcu ve sanatçılar yüksek maaşlar ve taltiflerle devlet kademelerinde bulunuyor ve devlet televizyonlarındaki yapımlarda görünerek gündemde kalabiliyorsa...
Yine iktidara yakınlığı ile bilinen gazete ve televizyonlar kamu ilânları ve reklâmları pastasını yiyebiliyor, resmî organizasyonların tamammında tabiî akreditasyona sahip olabiliyorsa...
Bir üniversitenin Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalı için açtığı “Yardımcı Doçentlik” kadrosu için verdiği ilânda kriterleri sıralarken “....(iktidara yakınlığı ile bilinen bir gazetede yazarlık yapan) filanca kişi üzerine çalışmış olmak” diyebiliyorsa, belirtilen şartlardan ilgili kişi üzerine çalışma şartını taşıyan Türkiye’de sadece 9 kişi olup bunlardan 8’inin diğer şartları taşımadığını herkes biliyorsa... kimse liyakat esaslı iş yapıldığından ve şeffaflıktan söz edemez!
Bunları yapan bir hükümet, halk nezdindeki desteğini nasıl devam ettirebiliyor ve yapılan herşeyi halk nasıl sahipleniyor derseniz, bunun cevabı çok basit değildir ve ciddî sosyolojik tahliller gerektirir. Güçten ve güçlüden yana tavır koyma, mağduriyet yaşadığına inandığı bir kesimin intikam alıyor oluşuna hak verme, şahsî bir menfaat temin ediyorsa onu devam ettirme ve buna benzer daha pek çok sebep sayılabilir. Ancak bana göre en önemli husus şudur: Dini referanslar kullanarak siyaset yapılınca, taraftarları o partinin bir hareketinin dinî bir vecibe mi yoksa siyasî teamüller gereği mi olduğunun ayırdına varması zorlaşır. Hatta neredeyse her hareket için bir dinî referans vermeye kalkanlar olabilir. Bakanlık veya başbakanlık gibi bir göreve birinin seçilmesi/atanması kadar son derece arzî, siyasî ve seküler bir aksiyonu “peygamber onu görevlendirdi, rüyada görüldü” şeklinde yorumlayabilir meselâ. Bunu diyenler, sekiz-on ay sonrasında gözle görünen bir hata olmamasına rağmen seçilmesi/atanması ile aynı yöntem takip edilerek aynı başbakanın görevden alınmasını nasıl açıkladı bilmiyorum. “Peygamber onu seçti” diyen adama “-Haşa-Peygamber mi yanıldı, yoksa bu adam, peygamberi de mi yanılttı?” diye sorulduğunda, ne cevap verebilir acaba?
28 Şubat’ın hemen ertesi zamanlarda, Ankara’da öğrenci iken hasbelkader katıldığım bir sohbette, Allah selâmet versin, Millî Selamet Partisi’nde 70’li yıllarda milletvekilliği yapmış birisi vardı. Kendisine yöneltilen “Siyasal İslâm diye bir kavram var. Böyle bir kavramı siz kabul ediyor musunuz, ediyorsanız Refah Partisi’ni Siyasal İslâm’ın neresinde konumlandırabilirsiniz?” sorusuna cevaben “İslâm siyaset, siyaset de İslâm demektir. Siyasetle ilgisi olmayanın İslâm’la da ilgisi yoktur” dedi. Kendisine Bediüzzaman Said Nursî’nin konuyla ilgili olan “Şeriatta, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir; onu da ulü’l-emirlerimiz düşünsünler” sözlerini hatırlatıp siyasetle ilgilenmediğini söyleyen herkesi tekfir etmesinin sağlıklı bir düşünce olup olmadığını sorduğumda, Bediüzzaman’a saygı duyduğunu, fakat bu görüşlere katılmadığını ifade etmişti.
Görünen o ki, aynı anlayış bugün de devam ediyor. Arap Baharı’nın kıvılcımlarının çıktığı Tunus’ta, oranın Millî Görüş’ü diyebileceğimiz NAHDA hareketi, dini, siyasî mücadelelerin dışında tutmak için kimliğini yeniden tanımladı. İslâmî partiden “Müslüman demokrat parti”ye geçiş yaptılar. Ne diyelim, “Din umumun mukaddes malıdır, inhisar altına alınamaz” ilkesinin haklılığı anlaşılmaya başlandı, darısı bizimkilerin başına...